Cevap :
17. yüzyılda Huygens ışığın özünde 'dalgacık'ları görüyordu, Newton'sa 'parçacık'ları...
20. yüzyılın başlarında Niels Bohr ışığın ikili doğasını açıklar. Bu Danimarkalı bilimadamına göre, ışık bazen dalgacık, bazen parçacık gibi davranıyordu.
Böylelikle yeni bilimin paradigması Kuantum Mekaniği ile şekilleniyordu. Heisenberg'in 'belirsizlik' ilkesiyle birlikte bilimadamları doğa karşısında daha mütevazi davranmayı öğrendiler. Sürprizler bitmiyordu çünkü.
* * *
14. ve 15. yüzyılda Müslüman bilimadamları ışığın da, rengin de gerçek tanımının yapılamayacağını düşünüyorlardı, çünkü duyuyla algılanabilen ışığın ve rengin sadece cüziyatıydı.
Bilimadamları bu temel ilkeye karşın yine de ışığı tanımlamaya çalıştılar.
İlk tanım şuydu:
— Işık, saydamlığın -saydam olması bakımından- ilk yetkinliğidir.
İci'nin verdiği bu tanımı Seyyid Şerif Cürcanî şöyle açıklar:
— "Saydam olması bakımından" kaydına itibar ediliyor, çünkü ışık saydamlığın cismiyetinde veya başka bir şeyde yetkinliği olmayıp bizatihi saydamlığında yetkinliğidir. Yani saydam olarak saydamlığında...
Seyyid Şerif'in kısa bir hatırlatma yapmaktan kendini alamaz ve der ki:
— "İlk yetkinlikten (kemâl-i evvel) maksad arazî değil, zatî yetkinliktir."
Demek oluyor ki ışık saydamlığın varlığa gelişidir. İlk kemâli. Özü.
* * *
Peki kemâl-i evvel nedir?
Ne diyelim, modern bilimin terimleriyle büyüyenlere Allah acısın!
Aristoteles Fiziğinin en önemli kavramlarından entelechia (yetkinlik/kemâl) bugün ne yazık ki hikmet'ten çok hikemiyat sahasında kullanılmaktadır. Bu yüzden de bilimin değil, edebiyatın konusudur. Felsefe tarihinin...
Kısaca açıklamaya çalışayım: Doğal cisimlerin ilk ve özsel (zâtî) yetkinliğine kemâl-i evvel, buna mukabil ikincil ve niteliksel (arazî) yetkinliğine kemâl-i sânî denir. Sözgelimi insanın doğumla birlikte varolması (zatî varoluşu) onun ilk yetkinliği, yaşam boyunca tek tek niteliklerini gerçekleştirmesi (insan vasfını kazanması) ise ikinci yetkinliğidir. İnsanın kemâle ermesinden sözeden sûfîlerin kasdettikleri hep ikinci kemâldir. Varolmak bizatihi kemâldir çünkü.
* * *
Işıkla ilgili olarak Müslüman bilimadamlarının aktardıkları bir tanım daha vardır:
— Işık, görülmesi başka bir şeyin görülmesine dayanmayan bir niteliktir.
Bu tanım yapılırken ışığın renkle karşıtlığı dikkate alınmış. Çünkü renk görülmesi başka bir şeyin görülmesine dayanan bir niteliktir. Eğer aydınlık/parlaklık (müstenir) yoksa renk görülmez. Başka bir deyişle ışığın renge ihtiyacı yoktur ama rengin ışığa ihtiyacı vardır; zira ışık rengin varlık koşuludur.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da ışığın da, rengin de birer keyfiyet (nitelik) olarak görülmesi... Oysa modern bilim, sadece ışığı ve rengi mi, neredeyse tüm varlığı bir nicelik kümesi olarak görmekte.
Heisenberg'ci belirsizlik, gerçekte bir ölçüm belirsizliği idi. Örneğin elektronların konumunun ve hızının ölçümü...
Ölçemezseniz bilim yapamazsınız. Sayamaz ve ölçemezseniz... Doğa matematiğin diliyle konuşuyor, kendisini nitelikler yumağı arkasında saklıyor ama ölçüldükçe çözülüyor. Ölçülebildikçe...
* * *
Müstenir ışık veren, ışıltılı olan, aydınlık, parlaklık demek. İstinare de öyle. Aydınlatma, ışık verme edimi. Kökeninde nur var. Işık.
Ne ki ziya değil, nur... (Güneşin ziyası, ayın ise nûru vardır.)
Bilimadamları nur'dan değil, yukarıda görüldüğü gibi daha çok ziya'dan (zav) sözederlerdi. Nur ve istinare ise esasen metafizik bir çerçevede kullanılıyordu. Nitekim Kur'an'da bir 'Nur' suresinin olduğu hatırlanmalı.
Öncelikle ilk ayet: Allah(ın ayetleri) yerin ve göklerin nûrudur.
Bu nedenle biz ziya'yı bir kenara bırakıp, nur'la devam edeceğiz yolumuza.
Minare ile.
* * *
Menâre...
Müslüman mabedinin en sevimli eklentilerden biri.
Ezanın okunduğu yer.
Maddi aydınlatma, kandillerle aydınlatma mânâsında değil, bilâkis ezan-ı Muhammedî ile âlemi ışıtma mahalli... tenvir ve istinare makamı...
Müezzinlerin çağrılarının duyulması için ezanı döne döne okudukları yükseklik... Yani ışığın değil, sesin döndüğü yer... Sesle, seslenmekle ışıtma... Okumakla...
Ne ilginç değil mi Ezan da okunur, Kur'an da.
Sesin ışığı okumakla yayılır. İletmekle... Sözle...
İhmal edilen hakikatimiz.
Minareler şerefelerinden bu sesin ışığını yayarlardı bir zamanlar. Nisbet ve tenasübleriyle gözlerimizi, müezzinlerin çağrısıyla kulaklarımızı ışıltırlardı. "Haydi kurtuluşa" derlerdi. Oysa yarım asırdan bu yana politik birer simgeye dönüştü minareler... metafizik anlamını kaybetmiş bir fallik sembole...