Cevap :
İnsan hakları, tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere denir. İnsan hakları, ırk, din, dil ve cinsiyetayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Diğer yandan insan hakları terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar, bu alanda olanı değil, olması gerekeni dile getirirler.
İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir. Bir başka deyişle, birçok hakkın yanında bir sorumluluk da bulunmaktadır.
“ Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.Günümüz araştırmacıları, insan hakları kavramının kökenlerini antikçağda, Yunan ve Romalı düşünürlerine kadar geri götürmektedirler. Örneğin İ. Ö. 300 dolaylarında yaşayan Yunanlı filozof Zeno’nun kurucusu olduğu Stoa Felsefesi’ne göre insan, her şeyden önce doğal hukuka göre yargılanmalıdır ve bu hukuk, yalnızca insanların elinden çıkma yasalarla sınırlı değildir.
Antikçağ edebiyatında bu anlayışın tipik yansımasını, ünlü Yunanlı tragedya yazarı Sofokles’in (İ. Ö. 496-406) “Antigone” adlı eserinde görmekteyiz. Bu tragedyada Antigone, Kral Kreon’un yasağına karşın savaşta düşmanların safında yer alan ve ölen ağabeyini gömmekte ısrar eder. Çünkü Antigone’ye göre her insanın ölümünden sonra gömülme hakkı, yasaların üzerinde kalan bir kutsal haktır ve hiçbir buyruk ya da yasa, bu hakkı engelleyemez. Roma İmparatorluğu döneminde, Roma vatandaşı olanlar ile olmayanlar arasında hukukun uygulanması ve haklar bağlamında derin farklar gözetmiş olan Roma Hukukunda da ̶ antikçağ Yunan düşünce mirasının etkisiyle ̶ uluslar hukuku (ius gentium) adı altında bir tür doğal hukuk anlayışı gelişmişti. Bu anlayış doğrultusunda, belli evrensel haklar Roma vatandaşı olsun ya da olmasın herkese ait sayılıyordu. Örneğin Romalı hukukçu Ulpianus’a göre doğal hukuk, devletin değil fakat doğanın, Roma vatandaşı olsun ya da olmasın, bütün insanlar için öngördüğü bir hukuktu.
Ancak antikçağda, gerek Yunan, gerekse Roma dönemlerinde kölelik kurumu devam ettiği ve bu kesimin bazı hakların dışında tutulduğu sürece, gerçek anlamda evrensel nitelikte insan haklarından söz edilemeyeceği açıktı. Doğal hukuk anlayışından kaynaklanan “doğal haklar”a karşı gelinmesinin sonuçları üzerinde ciddi olarak düşünülmesi için, Rönesans hareketinin öncelerine kadar beklenilmesi gerekti.
Ortaçağda egemen olan din bağnazlığına ve derebeylikten (feodaliteden) kaynaklanan politik-ekonomik baskılara karşı direnişlerin başlamasıyla birlikte, bugünkü insan hakları kavramına giden uzun yol da açılmış oldu. Belli hakların herkes için geçerliliğinin güvence altına alınması düşüncesi, bugünkü modern anayasa hukukunun temeli sayılan bazı önemli belgelere de yansıdı. 13. yüzyılda, İngiltere’de, Kral John ile tebaası arasında imzalanan, Magna Carta (Büyük Şart) adıyla anılan belge, bunların en önemlilerinden biridir. Bu belgede kral tarafından varlığı tanınan kilisenin siyasi etki alanının dışında tutulması, bütün özgür vatandaşların mülkiyet hakkı sahibi olabilmeleri ve bu hakkı miras yoluyla da kazanabilmeleri, vatandaşlardan kendi iradeleri dışında, keyfi vergi alınamaması, yasa önünde herkesin eşit sayılması, varlıklı dul kadının evlenmemeyi seçmesi gibi haklar, sonradan insan hakları kategorisine de girdi. Gerek Magna Carta’da, gerekse daha sonraki benzer belgelerde ifadesini bulan temel düşünce, şuydu: Bütün insanlar, doğuştan ebedi ve başkalarına devri olanaksız haklarla donatılmışlardır; bu haklar bireyin toplumsal sözleşme aracılığıyla devlet düzeninde yaşamasıyla birlikte asla yitirilmez ve “kralların kutsal hakları” nedeniyle de herhangi bir biçimde kısıtlanamaz.
Doğal hakları (insan hakları) da kapsayan bir “doğal hukuk” inancı, 17. yüzyılda daha da pekişti. Bu yüzyılda doğa bilimleri alanında kaydedilen büyük gelişmelerle birlikte, bir doğal hukuka ve özellikle de evrensel düzen’e olan inanç güçlendi. 18. yüzyılda ise, Aydınlanma Çağı diye adlandırılan dönemin yaşanmaya başlamasıyla birlikte, akılcılığın her alanda ön plana çıkması, bugün insan hakları diye adlandırılan, insana yalnızca insan olarak doğması nedeniyle tanınması gereken haklar üzerinde daha ayrıntılı düşünülmesini sağladı.
Bu olurmu