Cevap :
Suçlular Aramızda
Masal değil, gerçek de… Düpedüz kâbus bu… Karabasanlar görüyorum:
Kelimeler, dilimden sıyrılıp parçalanarak yer dökülüyor cam parçaları batmakta canıma. Sonra bir sızı ve sonra birkaç damla kan. Ve ellerimin ve avuçlarımın arasından akarak kayıp giden kelimeler… Yakalamaya çalışıyorum, kayboluyorlar. Arıyor, bulamıyorum. Ne masanın üstündeler, ne halının altında, ne lügatin içinde, ne de kitabın dışında; ne ortasında sözün, ne de cümlenin başında.
Ne şundadır ne bunda helvacının kı-zın-da…
Fikrin ince gülü kurumuş, düşüncenin bam teli atmış. Önce gürültü kaplıyor meydanı; kayalıklardan kopan taş, doruklardan kayan çığ, kopup gelen sel suyu, kopan düşüncenin sürüklenmesiyle sürüklenen tefekkür… Ve sonra sessizlik…
Kelimeler göçmen kuşlar… Başka iklime doğru, eğri büğrü akılların çizdiği rotada, mezarlıklarına giden, baş taşının üzerinde yosundan bir elbise giyerek tarihe göç eden kelimeler… Dönüşü olmayan yolda, arkalarında kültürün tarihini, ruh dünyasını, gönül coğrafyasını, dile gelen, dilde ifade bulan her türlü faaliyeti gözü yaşlı bırakıp giden kelimeler…
Gidenlerin her biri suçludur. Yüzlerce yılın tozunu toprağını, bir o kadar yılın acısını, sevincini ve bu yüzden bir kültürün mirasını taşıyan bu kelimeler, suçludurlar. Bunun için kovulmaları gerekmiş ve kovulmuşlardır. Lakin bıraktıkları boşlukta fikir fide vermez olmuş, tefekkür kabızlaşmış ve bizler kavramların aydınlığından düşüncenin esenliğinden mahrum olmuşuzdur. Geride kalanlarla bir şeyler yeşertilebilir mi, bu çorak topraklarda?
Cümleler, anlatılmak istenilen meramdan koparak yavanlaşıyor. Düşünceler mefluç olmuş, yer yer boşalan mevzilere “eee…!”ler, “şeyy…”ler, “u…!”lar, “nasıl anlatmalı filan” gibi çırpınmalar yerleşiyor.
Bir yerlerde davullar çalınıyor. Beyne ve gönle, mantığa ve ruha pranga vuranlar, mahkûm ettikleri kelimelerin dilden kayboluşu şerefine Garden Party düzenliyor, eğlenceler tertip ediyorlar. Teşrifatçılar, konuklara aperatif olarak hafıza ikram ediyor. Envaî içkinin eşliğinde hafıza, iştahla yutuluyor. Talancılar bu manzarayı zevkle seyrediyor.
Acemi çaylaklar, ellerinden ustura, kesiyor, biçiyor, doğruyor, ayıklıyor, sayıklıyorlar. Kanayan hafızadan sıçrayan kanları, yüzlerine gözlerine bulaştırarak sırıtıyorlar.
Deprem olmalıydı, yer yerinden oynamalıydı…
Hükümet alelacele toparlanıyormuş, Başbakan ve Bakanlar Kurulu, topluca istifasını sunmuş. Ciddi bir hükümet krizi ortaya çıkmış. Asker teyakkuz halindeymiş. Gazeteler iri puntolarla manşetten vermişler haberi: “Türkçe Katledildi!”, “Teröristler Dilimize Bombalı Saldırıda Bulundu!”, “Kültürümüz Tahrip Edildi!”
İnsanlar ellerinde pankartlarla, sokaklara dökülmüş; “Düşünceyi Kısırlaştırmayın!” “Kabile Diline Döndük!”, “Meramımızı Anlatamaz Olduk!” diye slogan atılıyormuş. Kentin varoşlarında ürkek ve tedirgin bir bekleyiş varmış. Dükkânlar yağmalanıyor, un, şeker, pirinç, makarna ve bakliyat stoklanıyormuş.
Neyse ki bu da bir kâbusmuş. Meğerse bunların hiçbiri olmamış.
Birçokları halinden memnun, işlerinden evlerine, evlerinden işlerine gidip geliyor, Super, Hiper ve Gross marketlerden, olağan haftalık aşıverişlerini yapıyor, aylık taksitlerini ödüyor, huzur içinde gazetelerinden kupon kesip, huşu içinde televizyonlarını seyrediyormuş.
Yavuz hırsızlar, etrafa pişkin pişkin çaka satıyor: “Dilimizi işgalden kurtardık, oh oldu, yerlerine uydurduk, kaydırdık, dam üstünde saydırdık, biz yaptık mı tam yaparız, çatı yapar, dam yaparız, biz yaptık mı böyle yaparız.” diyor, kurum kurum kurumlanıyorlarmış.
Tek tük çıkan birkaç cılız ses ve itiraz dilde “tutuculuk” ve “bağnazlık”la yaftalanıyormuş.
Hayat devam ediyormuş. Tıkız, tıknefes, kekeleyen bir hayat. “e. ee… eee…” diyen, kayda değer bir şey diyemeyen, zevzek, zevksiz, şiirsiz bir hayat…
Kolejli çocuklar büyüyormuş. Sevgiler, nefretler, başka bir dilin tezgâhında harmanlanıyor; dilimizi Arap ve Acem istilasından kurtaran kahraman Donkişotlar ve kaşalotlar, bu dili başka bir dilin yed-i eminine teslim ediyorlarmış. Bizler, bir mirasyedi vurdumduymazlığı ve savurganlığında, fikrimizi, ruhumuzu, irfanımızı, ucuz reklâm panolarında tüketirken; o renk cümbüşü susmuş, ses pınarları kurutulmuş dil bahçesinde, dut yemiş bülbül misali, romanı tüketiyoruz, şiiri, sanatı tüketiyoruz, masalı tüketiyoruz. Bülbül şakımalıdır ama kafeste değil. Dil bunalmış, ufuk daralmıştır. Suçlular aramızda kol geziyor.
Masal değil, gerçek de… Düpedüz kâbus bu… Karabasanlar görüyorum:
Kelimeler, dilimden sıyrılıp parçalanarak yer dökülüyor cam parçaları batmakta canıma. Sonra bir sızı ve sonra birkaç damla kan. Ve ellerimin ve avuçlarımın arasından akarak kayıp giden kelimeler… Yakalamaya çalışıyorum, kayboluyorlar. Arıyor, bulamıyorum. Ne masanın üstündeler, ne halının altında, ne lügatin içinde, ne de kitabın dışında; ne ortasında sözün, ne de cümlenin başında.
Ne şundadır ne bunda helvacının kı-zın-da…
Fikrin ince gülü kurumuş, düşüncenin bam teli atmış. Önce gürültü kaplıyor meydanı; kayalıklardan kopan taş, doruklardan kayan çığ, kopup gelen sel suyu, kopan düşüncenin sürüklenmesiyle sürüklenen tefekkür… Ve sonra sessizlik…
Kelimeler göçmen kuşlar… Başka iklime doğru, eğri büğrü akılların çizdiği rotada, mezarlıklarına giden, baş taşının üzerinde yosundan bir elbise giyerek tarihe göç eden kelimeler… Dönüşü olmayan yolda, arkalarında kültürün tarihini, ruh dünyasını, gönül coğrafyasını, dile gelen, dilde ifade bulan her türlü faaliyeti gözü yaşlı bırakıp giden kelimeler…
Gidenlerin her biri suçludur. Yüzlerce yılın tozunu toprağını, bir o kadar yılın acısını, sevincini ve bu yüzden bir kültürün mirasını taşıyan bu kelimeler, suçludurlar. Bunun için kovulmaları gerekmiş ve kovulmuşlardır. Lakin bıraktıkları boşlukta fikir fide vermez olmuş, tefekkür kabızlaşmış ve bizler kavramların aydınlığından düşüncenin esenliğinden mahrum olmuşuzdur. Geride kalanlarla bir şeyler yeşertilebilir mi, bu çorak topraklarda?
Cümleler, anlatılmak istenilen meramdan koparak yavanlaşıyor. Düşünceler mefluç olmuş, yer yer boşalan mevzilere “eee…!”ler, “şeyy…”ler, “u…!”lar, “nasıl anlatmalı filan” gibi çırpınmalar yerleşiyor.
Bir yerlerde davullar çalınıyor. Beyne ve gönle, mantığa ve ruha pranga vuranlar, mahkûm ettikleri kelimelerin dilden kayboluşu şerefine Garden Party düzenliyor, eğlenceler tertip ediyorlar. Teşrifatçılar, konuklara aperatif olarak hafıza ikram ediyor. Envaî içkinin eşliğinde hafıza, iştahla yutuluyor. Talancılar bu manzarayı zevkle seyrediyor.
Acemi çaylaklar, ellerinden ustura, kesiyor, biçiyor, doğruyor, ayıklıyor, sayıklıyorlar. Kanayan hafızadan sıçrayan kanları, yüzlerine gözlerine bulaştırarak sırıtıyorlar.
Deprem olmalıydı, yer yerinden oynamalıydı…
Hükümet alelacele toparlanıyormuş, Başbakan ve Bakanlar Kurulu, topluca istifasını sunmuş. Ciddi bir hükümet krizi ortaya çıkmış. Asker teyakkuz halindeymiş. Gazeteler iri puntolarla manşetten vermişler haberi: “Türkçe Katledildi!”, “Teröristler Dilimize Bombalı Saldırıda Bulundu!”, “Kültürümüz Tahrip Edildi!”
İnsanlar ellerinde pankartlarla, sokaklara dökülmüş; “Düşünceyi Kısırlaştırmayın!” “Kabile Diline Döndük!”, “Meramımızı Anlatamaz Olduk!” diye slogan atılıyormuş. Kentin varoşlarında ürkek ve tedirgin bir bekleyiş varmış. Dükkânlar yağmalanıyor, un, şeker, pirinç, makarna ve bakliyat stoklanıyormuş.
Neyse ki bu da bir kâbusmuş. Meğerse bunların hiçbiri olmamış.
Birçokları halinden memnun, işlerinden evlerine, evlerinden işlerine gidip geliyor, Super, Hiper ve Gross marketlerden, olağan haftalık aşıverişlerini yapıyor, aylık taksitlerini ödüyor, huzur içinde gazetelerinden kupon kesip, huşu içinde televizyonlarını seyrediyormuş.
Yavuz hırsızlar, etrafa pişkin pişkin çaka satıyor: “Dilimizi işgalden kurtardık, oh oldu, yerlerine uydurduk, kaydırdık, dam üstünde saydırdık, biz yaptık mı tam yaparız, çatı yapar, dam yaparız, biz yaptık mı böyle yaparız.” diyor, kurum kurum kurumlanıyorlarmış.
Tek tük çıkan birkaç cılız ses ve itiraz dilde “tutuculuk” ve “bağnazlık”la yaftalanıyormuş.
Hayat devam ediyormuş. Tıkız, tıknefes, kekeleyen bir hayat. “e. ee… eee…” diyen, kayda değer bir şey diyemeyen, zevzek, zevksiz, şiirsiz bir hayat…
Kolejli çocuklar büyüyormuş. Sevgiler, nefretler, başka bir dilin tezgâhında harmanlanıyor; dilimizi Arap ve Acem istilasından kurtaran kahraman Donkişotlar ve kaşalotlar, bu dili başka bir dilin yed-i eminine teslim ediyorlarmış. Bizler, bir mirasyedi vurdumduymazlığı ve savurganlığında, fikrimizi, ruhumuzu, irfanımızı, ucuz reklâm panolarında tüketirken; o renk cümbüşü susmuş, ses pınarları kurutulmuş dil bahçesinde, dut yemiş bülbül misali, romanı tüketiyoruz, şiiri, sanatı tüketiyoruz, masalı tüketiyoruz. Bülbül şakımalıdır ama kafeste değil. Dil bunalmış, ufuk daralmıştır. Suçlular aramızda kol geziyor.