Cevap :
Tebriz'i feth ederek Safevi Devleti'ne son vermek ve Osmanlı-Türkistan göç yolunu açmak. Mısır Seferi'yle Memlükler'de olan halifelik makamına oturmak.
İslâm halîfelerinin yetmişdördüncüsü ve Osmanlı pâdişâhlarının dokuzuncusu. İkinci Bâyezîd Hân’ın oğlu, Sultan Süleymân Hân’ın babasıdır. Hilâfeti, Osmanlı pâdişâhlarına bağlayan Selim Hân’dır. 875 (m. 1470)’de Amasya’da doğdu. 920 (m. 1514)’de Çaldıran’da İran şahı İsmâil-i Safevî’yi mağlub ederek, bozuk inanışlarının yayılmasını önledi. Böylece İslâmiyete büyük hizmet etti. Tebrîz’i de aldı. 922 (m. 1516)’de İstanbul’da ilk tersaneyi yaptı. Burada gemiler inşâ edildi. 923 (m. 1517) senesinde Mısır’ı aldı. Haremeyn-i şerîfeyn de ele girmiş oldu. Hutbelerde ismini; “Mekke ve Medine’nin hizmetçisi” diye okuttu. Mısır’daki son Abbasî halîfesi olan, Ya’kûb bin Müstemsik-billah’dan mukaddes emânetleri alarak halîfe oldu. Büyük bir donanma yaptı. 926 (m. 1520) senesinde, Çorlu ovasında hastalanarak vefât etti. Sekizbuçuk senede, devleti iki kat büyüttü. Yavuz adını kazandı. Kabri Fâtih’de, Sultan Selim Câmii bahçesindedir.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın oğlu Şehzâde Bâyezîd, Amasya vâlisi idi. 875 (m. 1470) senesinde birgün, Şehzâde Bâyezîd’in sarayına nûr yüzlü bir ihtiyâr geldi. Sarayın kapısında uzun bir duâ okuduktan sonra, kapıdaki nöbetçiye; “Bugün bu hânede bir erkek çocuğu dünyâya gelecek. Babasından sonra pâdişâh olacaktır. Vücûdunun yedi yerinde ben bulunacak ve büyüdüğünde her ben sayısınca, âli-şân (şânı büyük) beyleri mağlub edecektir” dedikten sonra oradan ayrıldı. Nöbetçi bu zâtı ta’kib ettiyse de, bir anda kaybetti. Nereye gittiğini bulamadı. Bu haberi vâliye söylemek isteyen nöbetçi, saraya girdiğinde, şehzâde Bâyezîd’in kucağına aldığı çocuğun kulağına, ezân-ı Muhammedî ve ikâmet okumakta olduğunu gördü. Şehzâde Bâyezîd; “İsmin Selim olsun” diyerek, çocuğuna ismini verdi.
İstanbul’da bu haberi işiten Fâtih Sultan Mehmed Hân, torunu için duâlar etti ve “Lala Selim’i çok sevdim” buyurdu. Ertesi gün sabahleyin, Sultan Fâtih lalasına gece gördüğü rü’yâyı anlattı: “Kendimi bir derya içinde gördüm. Yanımda oğlum Bâyezîd de vardı. Bir ara, deryanın karşı tarafından bir güneş doğdu. Güneş önce beni, sonra da Bâyezîd’i aydınlattı. Sonra yedi güneş daha doğdu.” Fâtih’in lalası rü’yâyı; “Cenâb-ı Hak hayıra getirir inşâallah sizden sonra yerinize oğlunuz Bâyezîd’in sultan olacağını, ondan sonraki pâdişâhın yedi şöhretli kimseye galip gelerek, müslümanları bir bayrak altında toplayacağını umarım” diyerek ta’bir etti.
Küçük yaşta İstanbul’a gönderilen Şehzâde Selim, dedesi Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın terbiyesinde yetişmeğe başladı. Şehzâde Selim’e Kur’ân-ı kerîm, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verildi. Ayrıca, yüksek fen ilmi üzerinde de dersler verilerek yetiştirildi. Bu arada ata binmek, güreş tutmak, ok atmak ve kılıç kullanmak da öğretiliyordu. Çok zekî olan Şehzâde Selim, kısa zamanda Arabî ve Fârisîyi ana dili gibi öğrendi. Zamanının velîleriyle görüşür, sohbetlerini kaçırmazdı. Böylece, teveccühlerine kavuşup, hayır duâlarına mazhar olurdu. Babası, pâdişâh olduktan sonra, askeri sevk ve idâresi ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için, Şehzâde Selim’i Trabzon’a vâli ta’yin etti. Şehzâde Selim, Trabzon’da Mevlânâ Abdülhalim hazretlerinin derslerini ta’kib etti. Bu arada edebiyat ve târih üzerinde de çalıştı. Geceleri üç veya dört saatten fazla uyumaz, vaktini ilim öğrenmekle geçirirdi. Husûsi meclislerinde ilmî ve edebî mevzûlar konuşulur, değerli âlimleri, velîleri, tarihçileri bu meclise da’vet ederdi. İlim adamlarına ziyadesiyle saygı gösterir, onları yanından ayırmazdı. Müsait zamanlarını kitap mütâlaalarıyla geçirirdi. Binlerce cilt kitap okudu Mütâlâalarında gözlük kullanırdı. Arabî ve Fârisî şiirler yazardı. Fârisî olan dîvânı meşhûrdur. Okumaya o kadar meraklı idi ki, savaşa giderken ve gelirken dahî, yanında kitaplar bulundurur, müsait durumlarda okurdu. Mısır seferi dönüşünde İstanbul’a gelinceye kadar İbn-i Tagriberdî’nin Nücûm-üz-zâhire isimli eserini, Ahmed İbni Kemâl Paşa ile mütâlâa etmiştir. Evliyâya çok rağbet ederdi. Onların sohbetlerine katılmayı bulunmaz bir ni’met sayardı. Bu sohbetlerle kendisi de tasavvufta yetişti. Üstün dereceler sahibi oldu. “Osmanlı sultanları arasında; tefsîr, hadîs, fıkıh, târih, edebiyat gibi zâhirî ilimlerde ve bâtın ilimlerinde en yüksek olanı Yavuz Sultan Selim’dir” diyen âlimler pekçoktur. Yavuz Sultan Selim, ihtişam ve debdebeye hiçbir zaman ehemmiyet vermezdi. Dâima sadeliği sever ve sâde giyinirdi. Bir defasında oğlu Şehzâde Süleymân’ı süslü elbiseler içinde görünce; “Annene giyecek birşey bırakmadın” diyerek sitem etmişti. Kendisi için, fazla para sarfıyle köşk ve lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Devletin bir kuruşunun dahî boşa harcanmasına rızâ göstermez, buna riâyet etmiyenleri şiddetle cezalandırırdı. Hazîneyi devamlı olarak dolu bulundurmaya gayret ederdi. Padişahlığı sırasında hazîne defterdarı Abdüsselâm Bey’e; “Sirkeci ile Sarayburnu arasındaki sahile basit bir ev yapınız” diye emretmiş, o da Yalıköşkü denilen köşkü yaptırmıştı. Sultan, köşkün mükemmel yapıldığını görünce çok üzülerek; “Ben sana bu kadar para sarfına ruhsat vermemiştim. Basit bir gölgelik yapasın diye emretmiştim” buyurmuştu.