Cevap :

Dünyanın en güzel kentlerinin ortak özellikleri vardır. Tepeler üzerine kuruludurlar, ya bir nehir içlerinden geçer ya da bir denizin veya gölün kıyısındadırlar. Eskiyi ve yeniyi bir arada yaşarlar. Kozmopolittirler. Canlıdırlar, 24 saat uyumazlar. Heyecan verirler. Bunlardan sadece biri ya da birkaçı, o kenti ünlü yapmaya yeterken, İstanbul'da hepsi var.

Üstelik burası her an kaynayan bir tezatlar ülkesi. Gelin, önümüzdeki iki hafta boyunca, İstanbul'u gezebildiğimiz kadar gezelim. Turist olalım, rehber kitaplarındaki yerleri görelim, arka sokaklarda konaklayıp, çarşı içlerindeki esnaf lokantalarında yiyelim. Mahallelerden meydanlara, köprülerden yeraltına, az gidelim uz gidelim. Ne var ki, bu kent yine de bir şekilde bizi alt edecektir. İstanbul'u gezerken, en çok yararlandığım ve keyif aldığım kitaplar, Murat Belge'nin ‘‘İstanbul Gezi Rehberi’’ ve Hillary Sumner- Boyd ile John Freely'nin ‘‘Strolling Through İstanbul’’u oldu. Bu kitaplar, İstanbul'a hiç gelmeyeni mıknatıs gibi buraya çekiyor, gelenleriyse, aslında kentte daha keşfedilecek ne çok şey olduğunu göstererek şaşırtıyor.

AYASOFYA

Hálá onu geçebilen yok

Çağımızın, yeniden yapılan ‘‘düyanın yedi harikası’’ sıralamasında Ayasofya var. Çünkü Ayasofya, yaklaşık 1500 yıl sonra, hálá dimdik, dünyayı şaşırtmayı sürdürüyor. Nedenleri belli; büyüklüğü, getirdiği mimari yenilikler, uğrunda harcanan emek, servet ve Justinianus'un hırsı... 

Yıl 532. Hipodrom'da, imparator dahil halk toplanmış, heyecan içinde atlı araba yarışlarını seyretmektedir. Oyunun sonunda, takımlar arasında bir kavga çıkar. Bunu fırsat bilen halk da, bunu politik bir ayaklanmaya dönüştürür. Nika adıyla bilinen bu ayaklanma, Justinianus'u neredeyse tahtından edecektir. Ancak karısı Theodora onu cesaretlendirerek, isyanı bastırmasına destek olur. İmparator, bunu kutlamak ve gücünü gösterebilmek için büyük bir kilise inşa etmeye karar verir. Öğrendiğine göre, dünyanın en iyi mimarları Trallesli (Aydınlı) matematikçi Antemius ile Miletuslu geometri bilgini İsidoros'tur. 

İmparatorun iki isteği vardır. Biri, kilisenin dikdörtgen planlı olması, ikincisiyse kubbeyle örtülmesi. Dikdörtgen dini, kubbe ise otoriteyi temsil eder. Oysa o güne kadar ancak yuvarlak planlı binalarda kubbe kullanılmıştır. Buradaki yenilikte, mimarın dehası kendini gösterir; Ayasofya'da dört büyük kemeri taşıyan kurşunla kuvvetlendirilmiş dört devasa ayak ve yarı kubbeler, ortadaki 40 pencereli büyük kubbeyi taşıyor. Pencereler, hem kubbenin yükünü azaltıyor, hem de kiliseye gizemli bir hava veren ışık ve gölge etkisi yapıyor. Ayasofya'nın kubbesinin yerden yüksekliği 55.60, çapı 31- 32 metre. 1500 yıl sonra, Ayasofya hálá dünyanın dört büyük kilisesinden biri. 

Adını ‘‘Kutsal Bilgelik’’ten alan Ayasofya için, beş yıl boyunca, 10 bin işçi, gece gündüz çalıştı. Bittiğinde öyle görkemliydi ki Justinianus ana kapıdan girerken, coşkuyla şu sözleri sarf etti; ‘‘Seni geçtim Süleyman.’’

Dışarıdan bakıldığında, sadeliğiyle hayal kırıklığı yaratabilir. Unutmamak gerekir ki, bütün Bizans kiliseleri dış göşterişe önem vermez. İçeride, yavaş yavaş şaşkınlığınız artacaktır. Mihrap, minber, müezzin mahfili, hünkar mahfili gibi Müslüman devre ait ilaveler, kiliseye hiçbir zarar vermeden yapılmış. Kilisenin çıkışındaki avluda da yapının cami olduğu döneme ait ilaveler var. Atatürk, ‘‘burası bütün dünyaya mal olmalı’’ deyince 1935'te ibadete kapatılarak müzeye çevrildi. Bugün hálá, Japonlar'ın deprem çalışmaları yaptığı ve mimari eğitim gören öğrencilerin ders programında yer alan efsanevi bir yapı. (Pazartesi hariç her gün açık, 0212 522 17 50- 528 45 00

SÜLEYMANİYE CAMİİ

Bir kere daha Sinan'ın dehası

Süleymaniye Camii, Sinan'ın ustalığını bilen ve İstanbul'u daha hissederek gezenlerin atlamayacağı bir yer. Osmanlı Hanedanı'nın en ünlü padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman ve karısı Hürrem Sultan'ın türbelerinin de bulunduğu büyük bir kompleks. Sinan'ın Ayasofya'dan etkilenerek yaptığı ancak boyutlarını aşamadığı, buna rağmen estetik açıdan dünyanın en güzel eserleri arasına giren bir yapıt. 1550- 1557 yılları arasında yapılan caminin en öne çıkan özelliği, ses ve sessizliğin, ışık ve gölgenin oluşturduğu tezat. Sinan'ın sadeliğe, ayrıntılara verdiği önem ve mimari dehasıyla estetiği beraber kullanarak eriştiği mükemmellik... 

Çok az çini kullanılan camide vitraylar, ünlü cam ustası Sarhoş İbrahim tarafından yapılmış, mermer sütunlar ülkenin farklı yerlerinden getirilmiş. Caminin en göze çarpan unsurlarından biri de, Ahmet Karahisari ile öğrencisi Hasan Çelebi'ye ait hat sanatının en güzel örnekleri. Cami içindeki kandillerden çıkan isin, hava akımı hesaplanarak, belli bir yere kanalize edilebilmesi de Sinan'ın bir başka başarısı. Kandillerin aralarında, sarkan devekuşu yumurtaları, söylentiye göre, Müslümanlık'ta zarar vermenin günah olduğuna inanıldığı örümcek ağlarının oluşmaması için. Süleymaniye Camii kadar, külliyesi de önemli. Bunların içinde, önceleri medrese öğrencilerine ve çalışanlara yemek pişirilmesi amacıyla yapılmış sonraları Türk İslam Eserleri Müzesi olan Dar-üz Ziyafe, bugün Osmanlı mutfağını devam ettiren, özellikle yabancıları atmosferiyle etkileyen bir restoran. 


Dünyanın en güzel kentlerinin ortak özellikleri vardır. Tepeler üzerine kuruludurlar, ya bir nehir içlerinden geçer ya da bir denizin veya gölün kıyısındadırlar. Eskiyi ve yeniyi bir arada yaşarlar. Kozmopolittirler. Canlıdırlar, 24 saat uyumazlar. Heyecan verirler. Bunlardan sadece biri ya da birkaçı, o kenti ünlü yapmaya yeterken, İstanbul'da hepsi var.

Üstelik burası her an kaynayan bir tezatlar ülkesi. Gelin, önümüzdeki iki hafta boyunca, İstanbul'u gezebildiğimiz kadar gezelim. Turist olalım, rehber kitaplarındaki yerleri görelim, arka sokaklarda konaklayıp, çarşı içlerindeki esnaf lokantalarında yiyelim. Mahallelerden meydanlara, köprülerden yeraltına, az gidelim uz gidelim. Ne var ki, bu kent yine de bir şekilde bizi alt edecektir. İstanbul'u gezerken, en çok yararlandığım ve keyif aldığım kitaplar, Murat Belge'nin ‘‘İstanbul Gezi Rehberi’’ ve Hillary Sumner- Boyd ile John Freely'nin ‘‘Strolling Through İstanbul’’u oldu. Bu kitaplar, İstanbul'a hiç gelmeyeni mıknatıs gibi buraya çekiyor, gelenleriyse, aslında kentte daha keşfedilecek ne çok şey olduğunu göstererek şaşırtıyor.

AYASOFYA

Hálá onu geçebilen yok

Çağımızın, yeniden yapılan ‘‘düyanın yedi harikası’’ sıralamasında Ayasofya var. Çünkü Ayasofya, yaklaşık 1500 yıl sonra, hálá dimdik, dünyayı şaşırtmayı sürdürüyor. Nedenleri belli; büyüklüğü, getirdiği mimari yenilikler, uğrunda harcanan emek, servet ve Justinianus'un hırsı... 

Yıl 532. Hipodrom'da, imparator dahil halk toplanmış, heyecan içinde atlı araba yarışlarını seyretmektedir. Oyunun sonunda, takımlar arasında bir kavga çıkar. Bunu fırsat bilen halk da, bunu politik bir ayaklanmaya dönüştürür. Nika adıyla bilinen bu ayaklanma, Justinianus'u neredeyse tahtından edecektir. Ancak karısı Theodora onu cesaretlendirerek, isyanı bastırmasına destek olur. İmparator, bunu kutlamak ve gücünü gösterebilmek için büyük bir kilise inşa etmeye karar verir. Öğrendiğine göre, dünyanın en iyi mimarları Trallesli (Aydınlı) matematikçi Antemius ile Miletuslu geometri bilgini İsidoros'tur. 

İmparatorun iki isteği vardır. Biri, kilisenin dikdörtgen planlı olması, ikincisiyse kubbeyle örtülmesi. Dikdörtgen dini, kubbe ise otoriteyi temsil eder. Oysa o güne kadar ancak yuvarlak planlı binalarda kubbe kullanılmıştır. Buradaki yenilikte, mimarın dehası kendini gösterir; Ayasofya'da dört büyük kemeri taşıyan kurşunla kuvvetlendirilmiş dört devasa ayak ve yarı kubbeler, ortadaki 40 pencereli büyük kubbeyi taşıyor. Pencereler, hem kubbenin yükünü azaltıyor, hem de kiliseye gizemli bir hava veren ışık ve gölge etkisi yapıyor. Ayasofya'nın kubbesinin yerden yüksekliği 55.60, çapı 31- 32 metre. 1500 yıl sonra, Ayasofya hálá dünyanın dört büyük kilisesinden biri. 

Adını ‘‘Kutsal Bilgelik’’ten alan Ayasofya için, beş yıl boyunca, 10 bin işçi, gece gündüz çalıştı. Bittiğinde öyle görkemliydi ki Justinianus ana kapıdan girerken, coşkuyla şu sözleri sarf etti; ‘‘Seni geçtim Süleyman.’’

Dışarıdan bakıldığında, sadeliğiyle hayal kırıklığı yaratabilir. Unutmamak gerekir ki, bütün Bizans kiliseleri dış göşterişe önem vermez. İçeride, yavaş yavaş şaşkınlığınız artacaktır. Mihrap, minber, müezzin mahfili, hünkar mahfili gibi Müslüman devre ait ilaveler, kiliseye hiçbir zarar vermeden yapılmış. Kilisenin çıkışındaki avluda da yapının cami olduğu döneme ait ilaveler var. Atatürk, ‘‘burası bütün dünyaya mal olmalı’’ deyince 1935'te ibadete kapatılarak müzeye çevrildi. Bugün hálá, Japonlar'ın deprem çalışmaları yaptığı ve mimari eğitim gören öğrencilerin ders programında yer alan efsanevi bir yapı. (Pazartesi hariç her gün açık, 0212 522 17 50- 528 45 00

SÜLEYMANİYE CAMİİ

Bir kere daha Sinan'ın dehası

Süleymaniye Camii, Sinan'ın ustalığını bilen ve İstanbul'u daha hissederek gezenlerin atlamayacağı bir yer. Osmanlı Hanedanı'nın en ünlü padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman ve karısı Hürrem Sultan'ın türbelerinin de bulunduğu büyük bir kompleks. Sinan'ın Ayasofya'dan etkilenerek yaptığı ancak boyutlarını aşamadığı, buna rağmen estetik açıdan dünyanın en güzel eserleri arasına giren bir yapıt. 1550- 1557 yılları arasında yapılan caminin en öne çıkan özelliği, ses ve sessizliğin, ışık ve gölgenin oluşturduğu tezat. Sinan'ın sadeliğe, ayrıntılara verdiği önem ve mimari dehasıyla estetiği beraber kullanarak eriştiği mükemmellik... 

Çok az çini kullanılan camide vitraylar, ünlü cam ustası Sarhoş İbrahim tarafından yapılmış, mermer sütunlar ülkenin farklı yerlerinden getirilmiş. Caminin en göze çarpan unsurlarından biri de, Ahmet Karahisari ile öğrencisi Hasan Çelebi'ye ait hat sanatının en güzel örnekleri. Cami içindeki kandillerden çıkan isin, hava akımı hesaplanarak, belli bir yere kanalize edilebilmesi de Sinan'ın bir başka başarısı. Kandillerin aralarında, sarkan devekuşu yumurtaları, söylentiye göre, Müslümanlık'ta zarar vermenin günah olduğuna inanıldığı örümcek ağlarının oluşmaması için. Süleymaniye Camii kadar, külliyesi de önemli. Bunların içinde, önceleri medrese öğrencilerine ve çalışanlara yemek pişirilmesi amacıyla yapılmış sonraları Türk İslam Eserleri Müzesi olan Dar-üz Ziyafe, bugün Osmanlı mutfağını devam ettiren, özellikle yabancıları atmosferiyle etkileyen bir restoran.