Cevap :

Sait Faik’in Mahalle Kahvesi adlı eserinde yer alan, Sinağrit Baba hikayesinin kahramanı bir balıktır. Ancak Sait Faik değişik bir anlatım yönü kullanarak, balığı bir insan gibi anlatmaktadır. Sinağrit Baba, ömründe hiç konuşmamış, ömrü boyunca hiç evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır.   Sinağrit Baba kıskançlıkları, hasisleri, kibirlileri hiç sevmezdi. Buna karşı cömertleri, fukara da olsa gururlu insanları severdi.  

MAHALLE KAHVESİ 

Yazın bu küçük mahalle kahvesinin bahçesine sık sık gittiğim için, karayelin, tipinin çılgınca savrulduğu akşam, içeriye girdiğim zaman yadırganmadım. Kahve sapa bir yerdeydi. Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacı ile üzerinde hala üç dört kuru yaprak sallanan bir asmayı kar öyle işlemişti ki bahar akşamları, yaz geceleri pek sevimli olan bahçenin mora kaçan beyaz bir ışıkla dibinden aydınlık haldeki güzelliğine şöyle bir göz attığım halde, camın kenarına yerleşip de buğuları silince uzun zaman daldım, hem sevdalandım. Bu mor ışık o kadar çabuk koyulaştı ki, kahve daha ışıkları bile yakmamıştı. İnce belli çay bardaklarının en güzelini bırakıp giden kahveci: 

-Kışın da güzel değil mi bahçe? dedi. 

Bahçedeki mavi boyalı kasımpatılarının üzerine birikmiş karları gösterdi. 

-Morukların söylenmeyeceğini bilsem, ışıkları daha yakmazdım ya -dedi- neredeyse homurdanmaya başlarlar. 

Kahve, ışıklarını yakınca dışarıdaki karın ışığı söndü. Sekiz kişi ya var, ya yoktu. Küçük kapağının içinden alevler atarak yanan saç sobanın sağ tarafının neredeyse kıpkırmızı kızaracağını biliyor, bekliyor, bekliyordum. Yanımda tavla oynayanlar vardı. Bir zaman onlara daldım. Ara sıra camı silerek alnımı cama yapıştırıp dışarıyı seyrettim. 

Evimden çıkınca ortalığın sessizliğini, bu sessizliğe lapa lapa kar yağdığını görmüş, yürümek hevesine kapılmış; ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek üzere tenha tramvaylara atlamış, buraya gelmiştim. Ama ben gelirken yarım saat içinde hava değişmiş, karayel kudurmuş, lapa lapa yağan kar, küçücük küçücük soğuk darı taneleri halinde kaynaşmaya başlamıştı. 

Kahveciye: 

-Bugünkü gazete var mı? -Diye sordum. 

Elime bir gazete tutuşturdu. Bir taraftan kafamdaki havadislere dalmaya çalışıyor, öte yandan kahveciyi dinliyordum. Maişet derdi münekeşelerinden öte insanlar bir şey konuşmuyorlardı. Bir ara kahvenin kapısı rüzgarla, bir adamla beraber açılıyor, avuçlarını üfleyerek o adam içeriye dalıyor, sobanın önünde karnını, göbeğini, göğüslerini, dizini iyice ısıttıktan sonra bir tarafa ilişiyor, ya kendi kendine hülyaya dalıyor, yahut da bir tavla partisinin iki ikişilik eğlencesine, oyuncuların itirazlarına rağmen bir üçüncü olarak katılıyordu. 

Sedirde oturan ihtiyarların yanına da orta yaşlı, ciddi adamlar gelip oturdu. Benden uzakta idiler. Ne konuştuklarını duyamıyordum, ama yüzlerinde hüzünlü bir şeyler vardı. Uzun uzun susuyorlardı. Artık epey bir zamandır kahveye insan gelmediğini farkettim. Küçücük yuvarlak saat kahveciden yana dönük olduğu için saatin kaç olduğunu kestiremiyordum. Epey bir zaman geçti. Bir çok insan gitti. Kahveci nihayet saatini benden yana çevirdi. On buçuktu. Öyle bir uyuşukluk içinde idim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci: 

-Eviniz yakınsa acele etmeyin -dedi-. Biz, bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksınız? 

-Ya -dedim-. Bana bir çay daha yap öyleyse... Bir de limon. 

Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına, kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince, beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıktı. 

Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken, o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da tavlalarını şakırtı ile kapatıp çıkıp gittikten sonra bu sükut büsbütün arttı,