Cevap :
BABAMIN VERDİĞİ CEZA
Bir yaz günü idi, Galiba temmuz. Teyzemin Kanlıca'da oturan kızı, küçük oğlu Ali ile beraber bize misafir gelmişti.
Büyükler, ninemin odasına çekildiler. İki üç yaş kadar küçüğüm Ali ile ben de, soluğu doğru selâmlıkta aldık. Vapur iskelesi bitişik, deniz önümde, bana karışacak kimseler uzak. Bahçe her yaramazlığa müsait, havuzun içi kırmızı balık dolu. Bana olta verecek, yem hazırlayacak, emirlerimi dinleyecek kayıkçı uşak hep orada. Haremde ne işim var benim?
- Gel seninle denizden su çekip boşaltalım Ali!
Annesi biraz evvel tertemiz, güller gibi giydirmiş kuşatmış. Kimin umurunda? Merdiven altında iki boş ilâç şişesi, dolapta bir yumak sicim bulduk. Haydi deniz kenarına!
Aman Yarabbi! Boş şişenin suya batarken; "glu, glu!" diye verdiği ses. O ne keyifli şey! Hangi eğlencede bu tat var? Kendimizden âdeta geçmiş bir hâlde bir saat, bir buçuk saat bununla eğlendik, oyalandık.
Şişelerimiz dolup boşaldıkça, etrafımız, üstümüz başımız gerçi çamur içinde kalıyor; fakat sevincimize de son olmuyordu.
Nihayet, bu oyundan usandık. Canımız balık tutmak istedi. Dört dönüp, her yeri araştırdığımız hâlde, babacığımın özenerek vücuda getirdiği olta takımını ele geçiremedik. Kim bilir, benim şerrimden nerelere saklamışlardı?
Derken bir aralık vapur geldi, iskeleye yanaştı. Manevra esnasında dümenin bembeyaz köpürttüğü suları seyrettik. O da bitti. Vapur, çıkaracağı yolcuyu çıkarmış; binecekleri bindirmişti. Memurla beraber biz de: "Tamam!" diye bağırdık. Vapur da düdük çalıp iskeleden ayrıldı.
O aralık gözlerimiz orada duran simitçinin tablasına ilişti. Üst üste istif edilmiş çörekler, pandispanyalar, gevrekler, şekerli şekersiz simitler, ne güzel, ne iştah verici bir manzara idi! Her ikimiz de yutkunarak elimizde olmadan bakıştık. Her ikimizin bakışmalarında da aynı arzu okunuyordu.
Birimiz üşenmeyip de, hareme kadar gitse, istediğimiz parayı elbette alırdı.
Ben, hiçbir vakit böyle bir isteğin gerek babam, gerek ninem ve gerek dadılarım tarafından reddedildiğini hatırlamam.
Öyle iken -çocukluk zahir- olduğumuz yerden kalkıp da, içeriye kadar gitmeye mi üşendik, ne oldu? Yoksa, insanların fenalığa karşı tabiî meyli mi benim altı yıllık varlığıma, muhakememe gidip geldi?
Simitçi, tablayı tenha iskelenin üzerinde bırakıvermiş; öteki vapur zamanına kadar orada beklemektense kahveye gitmişti. Teyzemin oğluna:
- Ali, dedim; bak, tablanın başında kimseler yok. Haydi, simit çalıp yiyelim. Usulcacık iskeleye açılan sokak kapısının zenbereğini kaldırdık. Sağa sola çabuk bir göz attık. Civarda bizi görebilecek fert yok. Her taraf tenha.
- Haydi Ali!
Çocuk, benim kendisini itmemle koştu, elini rastgele tablaya uzattı. Mini mini ovucunun alabileceği kadar, galiba dört tane yirmilik simitle geri geldi. İkimizde heyecandan tıkanacak gibiydik.
İşlediğimiz suçun dehşeti elimizde olmadan içimize korku, yüreğimize çarpıntı veriyordu. Çaldığımız simidi, kapıyı kapadıktan sonra, orada, bahçede yiyebilirdik. Kimsecikler görmezdi.
Lâkin hayır! Daha ziyade saklanmak ihtiyacını duyduk. Odada kanepenin altına girdik ve artık tamamıyla şuursuz bir hırs ve iştahla, çalınmış simitleri atıştırmaya koyulduk.
Aradan henüz iki dakika geçmiş, her hâlde simitler bitmemişti. Oda kapısı açıldı. Bizi arayan babamın sesi duyuldu:
- Nerede bu çocuklar?
Eyvahlar olsun! O anda yer yarılıp içine girmek istedim. Şaşkınlıkla, ufacık ayağımı kanepeden dışarıya uzatmışım. Babacığım gördü:
- Kanepenin altında ne işiniz var bakayım?
Oldu mu bize olanlar! Aynı zamanda bir el kanepeyi tuttu, kaldırdı:
O simitler nereden
çıktı?
...
- Söylesene, kim verdi o simitleri size?
Bu sorunun cevabını bizim vermemize hacet var mı? işin gerçeği durumumuzdan belli.
Lâkin tuhaf şey! Ne dayak var, ne azar. Ben bu sükûneti babamda ömrüm boyunca görmedim. Yaptığım iş zararsız şey mi acaba?
Ertesi sabah, her vakitki gibi, iki kardeş babamızla kıra çıkıp bir gezinti yapmağa hazırlandık.
Kapıdan çıktık. İstinye koyuna doğru yürümeye başladık. Ben pek neşeli idim. Kırda koşacak, oynayacak, parlak kanatlı böcekler, narin yapılı tavşan bıyıkları toplayacaktım.
Gazinonun önüne gelince yüreğim "hop" etti. Bizim simitçi, tablasını sokağın ortasına koymuş, kendi de gazinoda nargile içiyordu. Ayaklarım birbirine dolaşmasına rağmen, önüme bakarak oradan geçecektim.
Babam durdu. Beni eliyle yanına çağırdı ve cebinden çıkardığı gümüş ikiliği bana uzatarak:
- Bunu al! dedi; şu adama götür. Dün senden habersiz, tabladan aldığım dört tane simidin parasıdır, de, ver!
Götürdüm verdim. Fakat nasıl götürüp nasıl verdiğimi ben de bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o günden sonra, benim malım olmayan eşyaya bir daha el sürmedim.