Cevap :
Eminim bu konuyu benim gibi sorgulayan pek çok kişi vardır. Önemsiz gibi görülebilir ama bu basit kurallar demokrasi sorunu aslında. O ülkenin vatandaşlarının sorumlulukları ve yükümlülükleriyle ilgili. Yani vatandaş olamamakla ilgili…
Açıkçası batı ülkelerinde yaya geçidinin önüne geldiğimde arabaların, ben şaşkınlığımı atıp (ülkemde alışkın olmadığımdan) karşıya geçmeye karar verip geçişimi tamamlayana kadar sabırla beklemelerini, oto yollarda tüm trafik kurallarına olduğu gibi hız limitlerine de mutlak riayet etmelerini, sokaklarda tek bir çöp bile görmemeyi, kentlerin en önemli sosyalleşme mekanları olan meydanların bolluğunu, hepsinden önemlisi yaşam kültürünün; yaşamı asgari düzeyde idame ettirmek üzerine değil, özgürce, keyfine vara vara yaşamak üzerine kurulu oluşunu kıskanıyorum!
Çok mu zor, böylesi basit şeyleri gerçekleştirmek?
Bugüne kadar her ne kadar tatmin edici bir cevap bulamasam da ünlü bir Alman şair benim duygularına bir nebze de olsa tercüman oldu. Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” adlı kitabını okurken, ünlü Alman şair Friedrich Hölderlin’le karşılaştım. Sonrasında şaire karşı ilgim arttı ve sözlerindeki gerçekçilik dikkatimi çekti.
Özellikle “Bir ülkede akıl ve sanattan çok, servete değer verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır.” sözü bana çok etkileyici geldi. Ama asıl etkileyici olanı “Tıpkı bir despot gibi doğu; orada çocuklar yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi; konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenirler” sözüydü. Çünkü yukarıda yer verdiğim soruya dolaylı da olsa yanıt veriyor bu söz.
ESARET RUHUMUZA İŞLEMİŞ…
Yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi öğrenmek, konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenmek… Bu düşünceye sıcak bakıyorum çünkü doğu toplumları hiçbir zaman özgür bireyler yetiştiremiyor.
Esaret ruhumuza daha doğar doğmaz işlemeye başlıyor. Ergin insanlar haline gelene kadar kafamızı sarmış olan dogmatik esaret zincirleri, hayata bakışımızı da belirleyen unsur oluyor.
Eğer bu zincirlerin farkına varmışsak, aydınlanarak bu zincirlerden kurtulmaya çalışıyoruz. Ama maalesef zincirlerden kurtulmaya çalışmak için verdiğimiz mücadele asıl amacın, yani özgürleşmenin yerini alıyor. Zincirlerden tamamen kurtulup, özgür bireyler haline gelmek için ömrümüzü feda ediyoruz.
Halbuki çocukluğumuzdan yetişkinliğimize kadar aydınlığın ruhumuza beynimize işlemesini sağlayabilsek, yetişkinliğinde özgürce düşünen, düşündüğünü uygulayan bireyler olabilsek. Ülkemiz ne halde olurdu tahmin bile edemiyorum.
Durumun çok fantastik bir hal aldığının farkındayım, ama “neden biz yapamıyoruz?” sorusu ve hayaller birleşince böylesi ütopik sayılabilecek bir yaklaşım çıkıyor ortaya.
Şimdi siz ekonomik anlamda zora girmiş olduğu söylenen Avrupa Birliği’ne hakir gözlerle bakan halkımın yöneticilerini ne kadar gerçekçi buluyorsunuz.
Benim fikrimi sorarsanız; yukarıda bahsettiğim fantastik yaklaşımımım ne kadar hayal ürünüyse, yöneticilerimizin ki de o kadar hayal ürünü. Sakın bizim “keselerimiz şişmiş, kafalarımız boşalmış” olmasın!
Eminim bu konuyu benim gibi sorgulayan pek çok kişi vardır. Önemsiz gibi görülebilir ama bu basit kurallar demokrasi sorunu aslında. O ülkenin vatandaşlarının sorumlulukları ve yükümlülükleriyle ilgili. Yani vatandaş olamamakla ilgili…
Açıkçası batı ülkelerinde yaya geçidinin önüne geldiğimde arabaların, ben şaşkınlığımı atıp (ülkemde alışkın olmadığımdan) karşıya geçmeye karar verip geçişimi tamamlayana kadar sabırla beklemelerini, oto yollarda tüm trafik kurallarına olduğu gibi hız limitlerine de mutlak riayet etmelerini, sokaklarda tek bir çöp bile görmemeyi, kentlerin en önemli sosyalleşme mekanları olan meydanların bolluğunu, hepsinden önemlisi yaşam kültürünün; yaşamı asgari düzeyde idame ettirmek üzerine değil, özgürce, keyfine vara vara yaşamak üzerine kurulu oluşunu kıskanıyorum!
Çok mu zor, böylesi basit şeyleri gerçekleştirmek?
Bugüne kadar her ne kadar tatmin edici bir cevap bulamasam da ünlü bir Alman şair benim duygularına bir nebze de olsa tercüman oldu. Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” adlı kitabını okurken, ünlü Alman şair Friedrich Hölderlin’le karşılaştım. Sonrasında şaire karşı ilgim arttı ve sözlerindeki gerçekçilik dikkatimi çekti.
Özellikle “Bir ülkede akıl ve sanattan çok, servete değer verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır.” sözü bana çok etkileyici geldi. Ama asıl etkileyici olanı “Tıpkı bir despot gibi doğu; orada çocuklar yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi; konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenirler” sözüydü. Çünkü yukarıda yer verdiğim soruya dolaylı da olsa yanıt veriyor bu söz.
ESARET RUHUMUZA İŞLEMİŞ…
Yürümeyi öğrenmeden diz çökmeyi öğrenmek, konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi öğrenmek… Bu düşünceye sıcak bakıyorum çünkü doğu toplumları hiçbir zaman özgür bireyler yetiştiremiyor.
Esaret ruhumuza daha doğar doğmaz işlemeye başlıyor. Ergin insanlar haline gelene kadar kafamızı sarmış olan dogmatik esaret zincirleri, hayata bakışımızı da belirleyen unsur oluyor.
Eğer bu zincirlerin farkına varmışsak, aydınlanarak bu zincirlerden kurtulmaya çalışıyoruz. Ama maalesef zincirlerden kurtulmaya çalışmak için verdiğimiz mücadele asıl amacın, yani özgürleşmenin yerini alıyor. Zincirlerden tamamen kurtulup, özgür bireyler haline gelmek için ömrümüzü feda ediyoruz.
Halbuki çocukluğumuzdan yetişkinliğimize kadar aydınlığın ruhumuza beynimize işlemesini sağlayabilsek, yetişkinliğinde özgürce düşünen, düşündüğünü uygulayan bireyler olabilsek. Ülkemiz ne halde olurdu tahmin bile edemiyorum.
Durumun çok fantastik bir hal aldığının farkındayım, ama “neden biz yapamıyoruz?” sorusu ve hayaller birleşince böylesi ütopik sayılabilecek bir yaklaşım çıkıyor ortaya.
Şimdi siz ekonomik anlamda zora girmiş olduğu söylenen Avrupa Birliği’ne hakir gözlerle bakan halkımın yöneticilerini ne kadar gerçekçi buluyorsunuz.
Benim fikrimi sorarsanız; yukarıda bahsettiğim fantastik yaklaşımımım ne kadar hayal ürünüyse, yöneticilerimizin ki de o kadar hayal ürünü. Sakın bizim “keselerimiz şişmiş, kafalarımız boşalmış” olmasın!