Cevap :
Cevap:
Edvard Munch (1863 – 1944)
Edvard Munch 1863’te sağlık sorunları ile boğuşan orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu olarak Norveç – Adalsbruk ’da doğmuştur. Annesi, Munch 5 yaşındayken ölür. 14 yaşındayken en büyük kız kardeşi ile birlikte tüberküloza yakalanan Munch’un, “The Sick Child (Hasta Çocuk)” ve “Death In The Sickroom (Hasta Odasında Ölüm)” tabloları, hasta olduğu günlerden izler taşır. Babası ve erkek kardeşini de genç yaşta kaybeden Munch’un hayatta kalan tek kız kardeşine de psikiyatrik hastalık tanısı konur. Erken yaşta çizim yeteneği belli olan Munch, resim üzerine çok da iyi bir eğitim almamasına rağmen çok hızlı ilerleme kaydetmiştir. Sanatsal gelişimindeki en önemli etken ise yazar ve sanatçılar birliği olan günümüzde “Oslo” ismi ile bilinen “Kristiania Boheme” olmuştur. 1892’de Berlin’de bir birahanede hem kendi gibi düşünen ressam ve yazar olan arkadaşlarıyla görüşüyor hem de “Vampir ve Madonna” ve “The Scream (Çığlık)” gibi ünlü tablolarını yapıyordu. Bu resimler onun aşk, ölüm ve cinselliğe dair hissettiği duygularının evrensel bir şekilde ifade etmesini sağlıyordu.
Edvard Munch hayatı boyunca ailesinin hastalıklarla boğuştuğuna şahit olmuş ve yaşadığı dönemin zorlu şartları ile mücadele etmiştir. Bu zorlu yaşam koşulları ister istemez Munch’ta bir takım psikolojik izler bırakmıştır. Şiddetli anksiyete nöbetleri, insanlardan ve toplumdan korkma olarak tanımlanan sosyofobi, aşırı alkol tüketimi, alkol tüketimine bağlı gelişen varsanım, paranoyak düşünceler ve hareketler sonucunda hastaneye yatarak belli bir süre tedavi görmüştür. Edvard Munch’un insanın varoluşsal ıstıraplarını anlatan The Scream (Çığlık) adlı tablosu, sanat tarihinin ikinci en ünlü eseridir. Alastair Sooke bunun nedenini şöyle anlatıyor:
“Sarı, turuncu, kırmızıya bürünmüş gökyüzünün altında, köprünün ortasında durmuş, hem kadına hem erkeğe benzeyen bir insan figürü; iki elini kafatasına benzeyen kafasının iki yanına kaldırmış bir vaziyette duruyor. Gözleri fal taşı gibi açılmış, kan donduran bir çığlık patlatıyor. Arkadaki iki kişinin sakinliği ve uzakta görünen gemi normallik işareti taşısa da diğer her şeyde korku havası hâkim.”
Günlüğüne yazdığı bir notta Munch, The Scream (Çığlık) eserinin yapım aşamasındaki esin kaynağını şöyle anlatıyor:
“İki arkadaşımla yolda yürüyordum; güneş battı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Durup parmaklıklara yaslandım. Alev alev gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığı hissediyordum sanki.”
Edvard Munch’un günlüğüne de not ettiği bu satırlar bizlere gösteriyor ki; daha çocuk yaşta ailesinden kayıplar vermesi ve ölümcül bir hastalığın pençesinden kurtulması onun hayatında çok büyük etkilere sebep olmuştur. Belki de yaşadığı anksiyete, sosyofobi, alkol kullanımı ve buna eşlik eden varsanımlar; onun bu tablolarını, sosyalleşmeye karşı paranoyak düşüncelerini açıklıyordur. Son olarak değinmek gerekir ki; The Scream (Çığlık) sadece dışavurumcuları etkilememiştir. Andy Warhol’dan, Francis Bacon’ın “Uluyan Papalar” tablosuna ve hatta 4 filmlik bir korku filmi serisi olan “Scream (Çığlık)” filminin ikonik maskesine kadar Munch’un ünlü tablosundan esinlenildiği söylenenler arasındadır.
Louis Wain (1860 – 1939)
Louis Wain, muhtemelen kedi formu konusunda uzmanlaşmış bilinen en ünlü sanatçıdır. “Kaleidoscope Cats” ressamın en bilinen eserlerinden biridir. Kedilerin antropomorfik (insani vasıfların başka bir varlığa atfedilmesi) temsillerinin oluşturulmasında, üretkenlik gösteren istisnai bir sanatçı olmuştur. Louis Wain’in, sonbahar dönemi olarak bilinen yılları, şizofreni rahatsızlığının neden olduğu ıstırapla geçmiştir. Rahatsızlıktan dolayı ortaya çıkan yanılsamaların yanı sıra sevdiklerine, yakın tanıdıklarına karşı güvensizlik ve düşmanlık da bu dönemde Wain’in hayatını oldukça etkilemiştir. Bir kısım psikologlar, Wain’in çalışmaları üzerinde bazı analiz çalışmaları yaparak incelemede bulunmuşlardır ve bu doğrultuda, araştırmayı gerçekleştiren psikologlar, Wain’in resimlerindeki artan soyutlama açılımının, hastalığının tanığı olabileceği iddiasını gündeme getirmişlerdir.
Mark Rothko (1903 – 1970)
1940’tan sonra sanatçının resimlerinde mistik temalar, mitolojik öğeler görülür. Daha o yıllarda eserlerinde görülen gizlemli semboller ve biomorfik işaretlerin varlığı ise onun ilgi alanının dini temalar olduğunun işaretlerini vermektedir. Rothko şöyle söylüyordu:
“Ben tuvalde renk ve form ya da başka bir şeyin ilişkisiyle ilgili değilim. Beni ilgilendiren resim yaparken insanların duyumları, halleri, coşkuları ve duygulanımlarıdır.”
1950’lerden sonra lirik soyut ifadesine geçen sanatçı, 48-49’da Amerika soyutunu temsil eden grupta yer alır. Petrol zenginleri John ve Dominic inşa etmek istedikleri kilise için Rothko’dan duvar resimleri istemiştir. Kendisi pek çok arkadaşına bizzat “Burası benim en önemli eserim olacak.” demiştir. Rothko 1965’de başladığı şapel duvar çalışmasını asistanlarının yardımıyla 1967’de tamamen bitirir. Bu dönemde Mark Rothko’nun ruhunda neler olduğunu, aklından neler geçtiğini bilmek zor. Gençliğinden beri devam eden hastalıklı ve sağlıklı olma durumu arasında Mark Rothko, sonunda öyle bir noktaya ulaşmıştır ki ölüm iradeye baskın hale gelmiştir. Oğlu Christopher Rothko babası için şu sözleri sarf eder:
“Hayatının son iki yılında, moralinin hayli bozuk olduğunu kimsenin inkar etmeyeceğini düşünüyorum, sağlığı kötüye gidiyordu ama o yıllarda her şeye rağmen çok sayıda resim yaptı.”
Mark Rothko’nun asistanı 25 Şubat 1970’te onu mutfakta lavabonun yanında yerde yüzükoyun yatarken bulmuştur. Arkasında hiçbir açıklama bırakmadan, uzun iç altlıklar ve çorap giymiş bir halde, bir ustura ile sağ kolunun arterini kesmiş ve bunun sonucunda yaşamını yitirmişti. Daha sonra otopsi yapıldığında tüm bu kanlı eylemden önce kendisini öldürmeye yetecek kadar ilaç aldığı da ortaya çıkmıştır. Bir enstitü olarak “Rothko Şapeli” bugün hem bir müze, hem bir toplantı salonu olarak; hem de gösteri amaçlı programlar için kullanılmaktadır.
Nicolas de Staël (1914 – 1955)
Fransız-Rus ressam Nicolas de Staël 1950’li yıllarda tanınmış ve kendi kuşağının önde gelen isimlerinden biri haline gelmiştir. Nicolas de Staël, klasik manzara resmini, orijinal bir şekilde son derece üst bir soyut form olarak yeniden oluşturmuştur. Taşizm akımına mensup olup kalın impasto tekniği ile yaptığı oldukça soyut manzara tabloları ile tanınır. Onun daha sonraki sanat çıktıları gerçeklikten hareket eden bir ruhu taşısa da, daha geleneksel Fransız görüntüleri üzerinde durduğu görülmektedir. Depresyon konusunda oldukça büyük sıkıntılar yaşayan ressam, Güney Fransa’da Antibes’te huzur bulmaya çalışmıştır. Nicolas de Staël, sevdiği bir sanat eleştirmeni ile olan başarısız bir sanat görüşmesinin ardından, yeteri kadar yaşadığına karar vermiş ve on birinci kattaki dairesinden beton zemin üzerine atlayarak yaşamına son vermiştir.
Richard Dadd (1817 – 1886)
Richard Dadd, doğa ve doğaüstü sahnelerin son derece detay yüklü tasvirleri ile ünlenmiştir. Richard Dadd’in ilk kaydedilen psikotik atağı Nil Nehri üzerinde bir teknede iken gelmişti, çılgınca etrafında saldırmaya başlamış ve eski Mısır tanrısı Osiris tarafından zihinsel olarak rehin alınmış olduğuna inanılmıştı. İngiltere’ye döndükten sonra, babasının şeytan olduğuna inanmaya başlamış, ebeveynlerini bıçaklayarak öldürmeye çalışmış, Fransa’ya kaçmış ve orada da bir turisti öldürmeye teşebbüs etmişti. Bu olaylar zincirinin ardından Dadd, bilinen birçok ünlü başyapıtını oluşturduğu bir psikiyatri hastanesine Bedlam’a yatırılmıştı. Dadd’in büyük bir olasılıkla genetik olarak yatkınlıkla birlikte, paranoid şizofreni rahatsızlığı olduğu düşünülmektedir.
Açıklama: