Cevap :
Babil sanatı
Hammurabi döneminden kalma silindir mühürler, giysilerine bürünmüş sıradan kişileri gösterir; pişirilmiş toprak levhalarsa konu bakımından daha zengindir: Hayvanlar; dansçılar; müzikçiler; sanatçılar; vb. Eski Babil mimarisinin özellikleri hakkındaysa elde bilgi yoktur; çünkü su altında kalmış arkeoloji tabakalarında kazı yapılamamaktadır. En iyi anıt, Hammurabi yasası adı verilen ve bu kralın görüntüsünü yansıttığı sanılan diyoritten yapılmış büyük dikilitaştır.
Szamanında başlamıştı) Babil geleneklerinin ve Marduk dinin üstünlük kazanmasını sağladı. Kentteki tapınak, geleneksel alçak tapınak tipine göre yeniden yapıldı; tapınağa 7 katlı bir zigurat eklenmesiyle (Babil kulesi ya da Babil ziguratı), yapı, bütün olarak görkemli bir görünüm aldı.
Yapılarda pişirilmemiş tuğla kullanılmış, Nabukodonsor'un yaptırdığı çok büyük saraylar yeni bir anlayışa göre süslenmiştir: Bu yeniliğin başlıca örneği, kuzey kesiminde iştar kapısı yakınındaki tonozlu salonların üstlerinde düzenlenmiş asma bahçelerdir. Hayvanları görüntüleyen tunç heykeller yapımında da canlanma görülmüştür. Ama sarayların ve surların duvarlarını süslemek için kullanılan tekniğin ortaya çıkmasını sağlayan Yeni-Babil sanatının asıl özellikleri, duvar süsleri, çeşitli renkteki sırlı tuğladan mozaiklerdir. Ünlü iştar kapısı, yeni tekniğin en belirgin örneğini oluşturur. Bu kapının üstünde yer alan aslan, tanrı Adad'ın simgesi olan boğa, tanrı Marduk'un simgesi olan boynuzlu ejderha gibi çeşitli hayvan resimler, hurma dalları, sarı ve mavi kül bezekler, sütunlar ve kıvrımlardan oluşan bir dekor içinde verilmiştir.
Hukukları ve bilimleri
“Arazi; hudutları tefrika kati vasıtalarla tahdit ve tayin edilmiş bulunan sathı zemindir.” diyen hocamızın ardından, öğrenci arkadaşların arasından gelen derin ve faili meçhul “Amiiiiiin !” nidası, sadece Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde değil, çevredeki fakültelerde de anlatılıp gülünen hoş bir anıdır. Kendiliğinden, önünde bir tartışma olmadan gelişen bu olay, Nizamname’nin dilindeki Arapça’nın anlaşılamadığını ve bu anlaşılmazlık karşısında bir ayete gösterilen tepkinin verilmesini yansıtmaktaydı. Ne var ki, Türkiye Barolar Birliği ile Baromuzun ortaklaşa düzenlediği (yeni) Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tanıtım Toplantısı’nda, Kanun’daki yeni düzenlemeler kadar Kanun’un dilinin ne kadar Türkçe olup olmadığı oldukça ciddi bir ortamda tartışıldı. Kanun’un dilini eleştiren arkadaşlar, Arapça kelimelerin hala korunduğunu, bunların anlaşılmasının zor olduğunu, bunun yerine Türkçe kelimeler kullanılması gerektiğini, kanunların halk tarafından anlaşılmaz halde bulunduğunu söylediler. Kürsüdeki hocalarımız ise kanunlarda yerleşmiş kavramların değiştirilmediğini, hukukun bir bilim olduğunu ve herkesin kanunları okuyarak hukuku bilemeyeceğini, hukuk bilmeyenlerin yerine hâkimlerin, savcıların ve avukatların tarafın menfaatlerini ilgilendiren işlemleri yerine getirdiklerini söylediler. Konunun önemi ve tartışmaya değer olduğu su götürmez.
Konu, hukukun dilinin ne olduğunun, nereden geldiğinin incelendiği bir kitaba, hatta ansiklopediye alınabilecek cinstendir. Bir dergi çalışmasında ise, konunun ana hatlarına dair (ve oldukça eksik bir biçimde) bir rota çizilebilir.