Cevap :

Meteo

Birey: Kendisini başkalarından ayıran, kendisine özgü bir kimliği olan her tek sosyal insan
Toplum: Bireylerden oluşan ve kendisine özgü bir yapısı bulunan, aralarında sosyal ilişki ile ortak bir kültürü ve sürekliliği bulunan insan topluluğudur.

Birey ve toplum birbirinden hem tarihsel hem de sistem, bütünlük olarak ayrılmaz. Toplum bireylerden oluşur ve bireyler toplumun biricik taşıyıcılarıdır; bireyler sadece toplum içinde var olur. Bireysel varlık ile toplumsal varlık aynı zamanda baş gösterir, eşit adımlarla ilerler ve birbirine bağımlılık içinde değişirler. Onların ne olduklarını söylemek sadece bu karşılıklı ilişkiye dayanarak mümkündür. İnsanın önce bağımsız bir özne ve sonra da bir toplumun üyesi olarak varoluş kazandığına inanmak kadar büyük bir yanılgı olamaz. İnsanın toplumsal varoluşunun özellikleri, başlangıçtaki toplum dışı doğasının düzeltilmesi ya da tamamlanması değildir; insan zaruretin ve acıların baskısı altında ve alışkanlıkların, deneyimlerin sonucunda bir toplumun üyesi olmaz. Aslında o doğuştan toplumsal bir varlıktır, aralarındaki farklılıklar ortaya çıkmadan çok önce birbirlerine benzerler. Bireysel özelliklerini karşılıklı ilişkileri içinde, birlik ve muhalefet, öykünme ve yalıtlanma, işbirliği ve rekabet, otorite ve astlık, hak ve ödev nedeniyle kazanırlar.

Her çeşit insani bağlardan ve toplumsal etkilerden uzak bir birey, yaşama yabancı, gerçeklikten soyutlayan bir düşüncenin ürünüdür, bir hamhayaldir. Sosyolojik kategoriler bireysel fenomenlere uygulanmazsa, bireyin ancak toplumsal bağlamlar içinde oluştuğu, bireyleşmenin sadece toplumsal varlığa dayanarak anlam ve önem kazandığı tamamen gözden kaçar. Salt yalnızlığın ne özü ne de önemi vardır; insan kendini yalnız ve terk edilmiş olarak sadece dışına düştüğü toplumsal gerçeklik bilinci içinde hisseder. Bireyin ilkesel olarak toplumdan ayrılması bir görünüşte-soruna yol açar; çünkü bireyin başlangıçtan itibaren sosyal bir karakteri vardır ve bireyi sosyal varoluş koşullarıyla olan işlevsel bağlamı içinde düşünmek mümkündür. Muhalefet, öfke ve yabancılaşma, kaynağı ideolojik gerekçelerde bulunan çok önemli toplumsal davranışlardır.

Sanatçı ile toplum arasındaki gerçek ilişki bu bakımdan da idealist sanat teorilerine karşıt bir görünüm sunar. Sanatçılar da toplumun öteki üyeleri gibi sosyal varlıklardır, toplumun ürünleri ve üreticileridir; yani ne tamamen bağımsız ve başına buyruk ne de köklerinden kopmuş ve yabancılaşmış insanlardır. Kendilerini toplumun öteki üyelerinden ne kadar üstün ya da yabancılaşmış hissederlerse etsinler onların dilini konuşurlar, onlara hitap ederler ve onlar için konuşurlar.

Bireyin ve toplumun özel, kendine özgü yasalara sahip bir varoluş sürdürdüğü, kendi yağlarıyla kavrulduğu varsayılırsa , insani davranışların ve başarıların bireysel ve de sosyal öğeleri arasına çok keskin bir sınır çizilmiş olur. Aslında onlar sadece birbirine muhtaç değil, üstelik tek ve aynı fenomenin iki veçhesidir. Bireysel bilincin tasavvur edilebileceği tek biçim sadece toplum değildir, birey aynı zamanda toplumun biricik aracısı, biricik etkin temsilcisidir. Birey ve toplum sanatsal yaratıcılıkta o denli çok çeşitli tarzda iç içe geçer ki, bu karşılıklı ilişkiyi basit bir düalizm biçiminde ifade etmek mümkün değildir.

Bireyle toplum arasındaki ilişki, kendiliğindenlik ile gelenek arasındaki karşıtlığa her zaman tamı tamına uymaz; bu karşıtlık sözü edilen ilişkinin farklı veçhelerinden sadece bir tanesini oluşturur. Birey dinamik bir karmaşadır, kendine ait olan ve yabancı olan, özgünlük ve kural, devamlılık ve değişme çatışmasını içinde taşır. Toplum yalnızca bireylerden kurulu değil, üstelik bireylerden ibarettir; birey toplum tarafından dışarıdan koşullanır. Uyarı ya da direnç nedeniyle kendi içinde ve giriştiği her işte sosyal ilkeyi karşısında bulur. Bireyi bölmeden, kendisinde öznel ve nesnel, özel ve genel, kendi çıkarı ve toplumsal çıkar ayrımı yapmadan sosyal ve asosyal ilke, Ego ve dünya, özne ve nesne arasındaki uçurumu kapatmak mümkün değildir.