Cevap :
Cevap:
Allah Rasûlü mübarek hayatı boyunca, toplumda adaleti hâkim kılmak için mücadele etmiş, gerek Müslümanlar gerekse gayrimüslimler arasındaki muamele ve hükümlerde adaletin en güzel örneklerini vermiş, adaleti temel hakların ve özgürlüklerin korunması, toplumsal huzurun ve barışın sağlanmasının teminatı olarak görmüştür.
Hz. Peygamber'in mübarek hayatını incelediğimiz zaman, O'nun hem içeride hem de dışarıda adaleti tesis etmeye çalıştığını görürüz. O, bir taraftan Mekkeli ve Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik ilan ederken diğer taraftan da Medine Sözleşmesi ile Müslüman, Yahudi ve müşrikler arasında adaleti sağlamaya çalışıyordu.(1) Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'in bu yönüne dikkat çekilerek "Onlar Sana gelirlerse aralarında adaletle hükmet" (Maide, 42) buyrulmuş; Hz Peygamber'in evrensel bir ilke olan adaletten -gayrimüslimler için bile olsa- asla taviz vermemesi gerektiği bildirilmiştir.
Allah Rasûlü, hayatın her alanında daima adaleti, adil hüküm vermeyi esas almış, bizzat adaletin en güzel örneklerini sergilemiş; aile hayatında (Nisa, 3), insanlar arası münasebetlerde (En'am, 152), hâkim huzurunda, şahitlik esnasında (Nisa, 135) adalet esasını zihinlere yerleştirmiştir.
Nitekim şu olay, buna çok iyi bir misal teşkil eder: Bir gün Mahzunoğulları kabilesinden Fatıma adında asil bir kadın hırsızlık yapmıştı. O kadının cezalandırmaması için ashabdan Hz. Üsame b. Zeyd'i Peygamberimize gönderdiler. Bu duruma çok kızan ve üzülen Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın kanunu karşısında aracı olmaya kalkışıyor. Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden asil, ileri gelen birisi hırsızlık yapınca, onu serbest bırakıyor, zayıf ve fakir bir kimse hırsızlık yapınca, onu cezalandırıyorlardı. Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, onun da cezasını verirdim.”(2)
Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber, adalet konusunda aracı olmak isteyenleri çok yakını da olsa sert bir şekilde reddetmiş, suçluya layık olduğu cezasını vermekte en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Zira adalet ortadan kalkarsa, insan hayatına değer verecek bir şey kalmaz. "Allah, insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder" (Nisa, 58) ilahi emrinin hikmeti gayet açıktır.
Adaletin İslam toplumunda, yönetimde muhakemelerde ve insanlar arası ilişkilerde tam anlamıyla uygulanması zorunludur. Çünkü adalet mülkün temelidir. Adaletin olmadığı cemiyetlere zulüm, anarşi ve terör hâkim olur. Toplumsal isyanlar çıkar, mahkemelere, devlete hatta fertlerin birbirlerine olan güveni kaybolur. İnsanlar, kendilerini koruma ve haklarını elde etme peşine düşer hukuki otorite sarsılır. Bu hususta Peygamberimiz bizleri uyarmıştır: "Bir kavmin (devlet. Mahkeme, aile ve fertleri arasında) hak ve adaletten uzak hükümler verilirse. O kavimde mutlaka kan dökümü yaygınlaşır."(3)
Hz. Peygamber, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyametin yakıcı sıcağında, arşın ferahlatıcı gölgesinden istifade edecek yedi sınıf insandan bahsederken en başta adaletli davranan idarecileri saymış,(4) adil devlet başkanlarından ve yöneticilerinden övgüyle bahsetmiş,(5) ailesine ve emri altındakilere adaletle muamele edenlere Allah tarafından kıyamet gününde büyük mükâfatlar verileceğini bildirmiştir. (6)
Aşağıda vereceğimiz örnekte de görüldüğü gibi Allah Rasûlü, en yakınları bile olsa hep adaleti esas almış; hükümleri, kanunları herkese eşit olarak uygulamıştır.
Bedir savaşında alınan esirler arasında Peygamberimiz’in amcası Hz. Abbas da vardı. Hz. Abbas'ın elleri bağlanmıştı. Esirler, fidye karşılığı serbest bırakılmaya başlanmıştı. Ensar’dan bazı kişiler Hz. Abbas'ın Allah Rasûlü’nün amcası olduğunu öğrenince onun fidyeden affedilmesini istediler. Allah Rasûlü: “Hayır, asla böyle bir şey olamaz Onun ödemek zorunda olduğu fidyenin tek bir dirhemi dahi bağışlanamaz”(7) buyurdular.
Huneyn Savaşı'na katılan bir sahabe anlatıyor: “Ben devemin üzerinde, Hz. Peygamber'in yanında ilerliyordum. Ayağımda sert pabuç vardı. Devem Peygamber'in devesini sıkıştırdığında pabucumun kenarı Rasûlullah'ın baldırına dokunarak O'nu rahatsız ediyordu. Bunun üzerine Rasûlullah ayağıma kamçı ile vurarak, ‘Canımı yakıyorsun, arkamdan yürü!’ dedi. Ben de O'nun yanından savuştum. Ertesi gün Rasûlullah beni yanına çağırttı. Kendi kendime ‘Beni dün ayağını incittiğim için aramıştır’ dedim. Yanına gittim. Peygamberimiz bana ‘sen dün benim ayağımı incitmiş, canımı yakmıştın, ben de senin ayağına kamçı ile vurmuştum. Bunun karşılığını ödemek için seni çağırdım’ dedi ve bana çeşitli hediyeler verdi.”(8) Bu örnekte de görüldüğü gibi Rasûlullah, adaletin sağlanmasına ve kul hakkının ödenmesine çok büyük önem verir; kendi üzerine geçen kul hakkını, her zaman ve her yerde, en sıkıntılı savaş zamanında bile ödemekten geri durmazdı.
İki Cihan Önderimiz’in yine bizler için güzel bir örnek olacak tavrını görüyoruz. Numan b. Beşir isimli genç bir sahabeye babası, malının bir kısmını hibe olarak vermiş, diğer çocuklarını bu mallardan mahrum etmişti. Çocukların annesi bu duruma rıza göstermemiş ve meseleyi sormaları için onları Peygamber Efendimiz’e göndermişti. Peygamber Efendimiz, malından diğer çocuklarına da hibe edip etmediğini sormuş, onlara vermediğini öğrenince de, “Allahtan korkun ve çocuklarınızın arasında adaletli olun”(9) buyurmuştur.
Yine bir gün, Peygamberimiz’in küçük torunları Hasan ve Hüseyin aynı anda Peygamberimiz’den su istediler. Peygamberimiz önce Hasan'a sonra da Hüseyin'e su verdi. Bunun üzerine Hz. Fatıma, "Babacığım suyu neden önce Hasan'a verdin. Hasan'ı daha mı çok seviyorsun” diye sordu. Peygamberimiz: “Hayır, ilk önce suyu Hasan istedi" cevabını verdi. Sevgili Peygamberimiz torunlarını severken de adaletli seviyor, hak geçirmiyordu. “Bağış ve ihsanlarınızda çocuklarınıza adaletli davranınız. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım”(10) buyurmuştur. Sonuç olarak söylemek gerekir ise, Allah Rasûlü, hayatın her alanında daima adaleti, adil hüküm vermeyi esas almış, en yakınları bile olsa hükümleri/kanunları herkese eşit olarak uygulamıştır.
Allah Rasûlü mübarek hayatı boyunca, toplumda adaleti hâkim kılmak için mücadele etmiş, gerek Müslümanlar gerekse gayrimüslimler arasındaki muamele ve hükümlerde adaletin en güzel örneklerini vermiş, adaleti temel hakların ve özgürlüklerin korunması, toplumsal huzurun ve barışın sağlanmasının teminatı olarak görmüştür.
Efendimiz’in Vedâ Hutbesi, bir insanlık beyânı, tebliği… İnsanların yaptığı bütün anayasalar, nizamnâmeler, zamanla, uyum sağlamadığı için, eksik kaldığı için, devamlı değişmekte. Tatmin etmiyor bu anayasa, değiştiriyorlar.
Efendimiz’in hayat ölçüleri ve kâideleri, her asırda canlılık ve tazeliğini aynen muhafaza etmeye devam ediyor.
Efendimiz yine:
“Ben rahmet ve savaş peygamberiyim.” buyurdu. (Ahmed, IV, 396)
O en çetin savaşlara dahî rahmet ölçüleri getirdi. Merhamet ve şefkat tevzî ederdi. Bedir’de bir gün kılıç kılıca geleceği müşrikler gelip müslümanların olduğu yerde su istedi bir gün evvel. Ashâb-ı kirâm vermek istemedi. Efendimiz “verin” buyurdu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 261)
Bir gün kendisinden, müşriklere lânet etmesi istendi.
“Ben lânetçi değilim, âlemlere rahmet olarak gönderildim.” buyurdu. “Ben bir merhamet peygamberiyim.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Fedâil, 126; Tirmizî, Deavât, 118)
Tâif’te aynı şekilde oldu. Efendimiz’i çökertiyorlardı, taşlıyorlardı. Ayakları kanıyordu. Zeyd önüne gerildi:
“–Ne yapıyorsunuz ey Tâif halkı?! Bir Peygamber’i taşladığınızın farkında mısınız?!” diyordu.
Melekler:
“–İki dağı çarpalım, buranın halkı helâk olsun.” dediler.
“–Yok, ben merhamet peygamberiyim.” buyurdu. Döndü:
“–Hayır, ben Cenâb-ı Hak’tan, onların neslinden sadece Allâh’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını Cenâb-ı Hak’tan istiyorum.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Yine Efendimiz’in gönlü affedicilikte muazzam bir derya misâliydi. Mekke Fethi’nde kendisine yirmi küsur sene zulmedenlere karşı af ilân etti. Tam kısas yapma zamanıydı. Kâ‘bına varılmaz bir merhamet. Kızı Zeyneb’i hicret esnâsında deveden düşürerek şehid eden Hebbar bin Esved “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedü’r-Rasûlullâh” diye geldi, ona dahî; “Kızımı niye sen deveden düşürüp -hâmileydi- şehid ettin.” demedi. (Bkz. Vâkıdî, II, 857-858)
İkrime, sayılı İslâm düşmanlarından biriydi. Mekke Fethi’inden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı müslüman olarak Hazret-i Peygamber’in yanına getirdi. Allah Rasûlü İkrime’yi memnuniyetle karşıladı:
“–Ey göçmen süvari! Hoş geldin!” dedi. (Tirmizî, İsti‘zân, 34/2735)
İkrime de nasıl bir müslüman oldu!.. Kur’ân-ı Kerîm’i alırdı, öperdi, bağrına basardı, yüzüne gözüne sürerdi.
Yine Efendimiz’in tevâzuu:
Mekke Fethi’nden sonra bir kişi geldi, titremeye başladı:
“–Titreme dedi. Ben hükümdar değilim, ben kral değilim dedi. Ben, kuru et yiyen senin Mekke’deki komşunun ben yetimiyim.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 64)
“İbâdurrahman, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar...” (el-Furkân, 63) buyruluyor.
Efendimiz, bütün mahlûkâta Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla bakardı. Yanık bir karınca yuvası gördü;
“–Allâh’ın verdiği canı yakmaya kimin hakkı var?!” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)
Mekke Fethi’ne giderken yolda dişi bir köpek, yavrularını emziriyordu;
“‒Öbür taraftan geçin!” buyurdu.
Deve üzerinde sohbet eden insanlar gördü:
“‒Yere inin, yerde sohbet edin.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 439)
Zekât develerini teslim ederken, verirken de:
“Bakın dedi, bunların üzerinde toz-toprak bırakmayın dedi. Bunlar Allâh’ın emânetleridir dedi. Bunların sütlerini sağarken dedi, tırnaklarınızı kesin dedi, tırnaklar hayvanın memelerine batmasın.” dedi. (Bkz. Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Geçen gün bir yerde okudum; o tırnaklar, hayvanın memesini şey yaparken, o tırnaklar geçerse, o sütü mikroplandırırmış. Bu da Efendimiz’in bir mucizesi…
Efendimiz, ümmete şöyle buyuruyor:
“Allâh’ı, nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin…”
Hep Allâh’ın, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleriyle perverdeyiz. Toprak bizim için çalışıyor. Kışın ayrı, sonbahar ayrı, ilkbahar ayrı, yaz ayrı… Her mevsim ayrı çiçekler veriyor, ayrı gıdalar veriyor, ayrı bir güzellik, ayrı manzaralar seyrettiriyor.
“Allâh’ı, nîmetleriyle perverde kıldığı için sevin…”
Hiç nîmetler eksilmiyor. “…Sayamazsınız.” buyuruyor. (Bkz. İbrahim 34, en-Nahl 18)
“…Beni de Allâh’ı sevdiğiniz için sevin…” buyuruyor.
Allâh’ın nîmetlerini düşünün. En büyük nîmetin de Rasûlullah Efendimiz olduğunu düşünerek sevinin.
“…Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için sevin.” (Tirmizî, Menâkıb, 31/3789)
Hasan-Hüseyin efendilerimiz ve diğerleri.
Dünyada en mesut yuva, aile yuvası Rasûlullah Efendimiz’in yuvasıydı. O yuvada dünyaya ait pek bir şey yoktu. Tevekkül, teslîmiyet vardı. İstiğnâ vardı. İnfak ve cömertlik vardı.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün geldi, Efendimiz’in odasına şöyle bir göz gezdirdi. Her tarafı bomboş gördü. Evde hurma yaprağından örülmüş bir hasır vardı. Efendimiz de onun üzerine yaslanmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında, bir çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadar…
Hazret-i Ömer bunları görünce içini çekti. Kendini tutamadı. Gözlerinden dolu dolu yaşlar akmaya başladı.
Efendimiz:
“–Niçin ağlıyorsun Ömer?” dedi.
O da dedi ki:
“–Niçin ağlamayayım yâ Rasûlâllah! Kayser ve Kisrâ dünya nîmetleri içinde yüzüyor, Allah Rasûlü kuru bir hasır üzerinde yaşıyor ve hasırın da şeyleri Allah Rasûlü’nün vücuduna çıkmış durumda.”
Efendimiz buyurdu ki:
“–Dünya onların, âhiret de senin olmasına râzı değil misin?” buyurarak Hazret-i Ömer’in gönlünü aldı. (Bkz. Ahmed, II, 298; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, X, 162)
Demek ki bir müslümanda bencillik olmayacak, fedakârlık olacak.
Cimrilik olmayacak, cömertlik olacak.
İsraf olmayacak, kanaat olacak.
Yine nasıl ashâb-ı kirâm bir terbiye görüyordu? O menfaatperest, hodgâm insan, nasıl bir diğergâm hâle geldi.
Rasûlullâh’ın ashâbından bir zâta koyun kellesi hediye edilmişti. Ashâbdan birine, ashâb-ı kiramdan biri bir koyun kellesi hediye etmişti.
“–Filân kardeşimin ailesi benden daha muhtaç.” diye o koyun kellesi yedi aileyi gezdi. Yine ilk âilenin önüne geldi. (Bkz. Hâkim, II, 526)
Yine Efendimiz’in yuvası; dünyaya ait bir şey yoktu, fakat saâdet, burcu burcu saâdet râyihaları vardı.
Hiçbir erkek zevcesini, Allah Rasûlü’nün mübarek zevcelerini sevdiği gibi sevemez. Hiçbir hanım da kocasını, Efendimiz’in hanımları tarafından sevildiği kadar sevemez. Hiçbir evlât babasını, Fâtıma Annemiz’in Hazret-i Peygamber’i sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba evlâdını, Allah Rasûlü’nün evlâdını sevdiği kadar sevemez.
Bizler de yuvalarımızı o saâdet hânesinin rûhâniyetinden ne ölçüde nasip alarak inşâ edebiliyorsak, hânelerimiz de o kadar müreffeh olur.
Ne güzel bir, Efendimiz’in tavsiyesi:
“Bir mü’min, hanımına buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61)
“Sizin en hayırlınız, aile fertlerine güzel muâmelede bulunanınızdır...” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895; İbn-i Mâce, Nikâh, 50)
Ve en güzel muâmele, evlâtlarımızı Allah yolunda yetiştirmek. Bu çok, bu gün çok mühim, bu çok ehemmiyet bugün kazandı. Bir insanın -Allah korusun- evlâdı ölür, en yakını ölür; ne kadar bir mâtem yaşar. Fakat esas mâtem, kıyâmet günü yaşanacak. O Cennetlik olan kişilere:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) Büyük bir merasimle, büyük bir selâmla Cennet’e davet edilecek.
Ayrı ve aykırı yolda bulunanlara ise:
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59]) “Siz mücrimler, Cehennem’e, siz bu tarafa!” denilecek.
Esas fâcia orada olacak, esas ayrılık. Onun için, bir anne-babanın en mühim vazifesi, evlâtlarını Allah yolunda yetiştirmektir. Onlara ebediyetin istikbâlini verebilmektir. Dünya istikbâline kanmamaktır. Dünya istikbâli huzur vermez.
Velhâsıl Efendimiz’in yaşadığı asrı, Cenâb-ı Hak “asr-ı saâdet” eyledi. O câhiliye insanından bir “fazîletler medeniyeti” lûtfedildi.
O’nun terbiyesi içinde yetişen ashâb-ı kirâm, öyle bir tefekküre erişti ki; insan vücudunun bir damla sudan, kuşun ufak bir yumurtadan, ağacın, meyvelerin yok denecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin tefekkür başladı. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışları tefekkür başladı.
Güneş’i küçük bir aynada seyreder gibi Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, gâyeleri oldu. Riyâzat hâli yaşandı. Bugün olduğu gibi aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş; sahâbî çevresinin ve toplumunun tanımadığı bir hayat tarzı oldu. Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı telâkkîsi gelişti.
Sahâbî nesli hep, dâimâ şunu sordu: Allah bizden ne ister, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?.. Düşünce ve heyecan içinde yaşadı. O sahâbî nesliyle çağlar-zamanlar şekillendi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet ikram edildi.
Efendimiz’in gönlünde ne vardı? Bugün bizim gönlümüzde ne var?
Efendimiz’in gönlünde, hidâyet mahrumlarını ebedî kurtuluşa kavuşmasının derdi vardı. Onun için Çin’e gönderiyordu, Semerkand’a gönderiyordu, Afrika’ya gönderiyordu, ashâbını seferber ediyordu. Yani hidâyet mahrumlarını ebedî kurtuluşa, hidâyete kavuşturmanın derdi vardı.
İkincisi; hidâyetle şereflenmiş fakat henüz takvâya erişmemiş müslümanları irşâd etme gayretleri vardı. Görüyordu o ashâb-ı kirâmda, bazı yanlışlıklar var, daha yeni İslâm’a girmiş, onları terbiye etmesi vardı Efendimiz’in.
Daha ne vardı? Dertlilerin derdine derman olabilme azmi vardı. Özellikle ümmetinin garipleri, kimsesizleri, mağdurları, muzdaripleri, hastaları ve yoksullarına kol-kanat germe mes’ûliyeti vardı. Gözü yaşlı mazlumlar, çâresiz yaşlılar, himâyesiz dullar, sahipsiz yetimler, çile ve ıztıraplar altında inleyen kanadı kırıklara bir teselli kaynağı olma cehdi vardı.
“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-İsrâ, 28)
Zâlimlerin zulmüne engel olma, mazlumlara imdat etme, hakkı tutup kaldırma dâvâsı vardı.
Düşmanlıkları kardeşliğe dönüştürme, gönüller arasında yıkılmaz muhabbet köprüleri inşâ edebilme gayesi vardı.
Bir gönül kazanabilme… Bir kişinin daha ebedî saâdetini kurtarabilme heyecanı vardı.
Bütün bunlarla, Efendimiz’in emsalsiz bir örnek şahsiyet vardı Efendimiz’de. Her hâline yansıyan müstesnâ bir nezâket, zarâfet, incelik, rikkat, hassâsiyet, letâfet vardı. Dâimâ İslâm’ın güler yüzünü sergileme gayreti vardı. Rahmet vardı. “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (âlemlere rahmet) olmuşluk vardı.
Yine O baştan, yine bir rahmetti.
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])
Velhâsıl bu cihan, O’nun gibi müstesnâ bir gönlü hiçbir zaman görmedi. Yerler ve gökler O’nun gibi muhteşem bir gönle şahit olmadı.
O’nun için kendimizi bir muhasebe etme durumundayız:
Acaba, ibadet, muâmelât, ahlâkta Rasûlullah Efendimiz’le ne kadar beraberliğimiz var?
Kendimizi mîzân edebilme:
Gönlümüzde, fiilimizde, davranışlarımızda, ne kadar Allah Rasûlü ile müşterekliğimiz var?
Zira dostluk, beraberliktir. Sevmenin seviyesi, sevenin sevilendeki hâller ile hâllenmesidir. Kişi sevdiğini örnek alır, ona hayran olur. Efendimiz’i ne kadar sevdiğimizin göstergesi, Sünnet’e olan yakınlığımızdır.
Hadîs-i şerîfte yine, tekrar:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Unutmayalım ki, bugün Rasûlullah Efendimiz’i tanıyabilirsek, yarın Mahşer’de de O bizi tanır. Havz kenarında bizi kabul eder. Gönlümüz O’nu görecek kıvamda olursa O da bize nazar eder. O’nu duyar ve dinlersek, O da bizi ihsânıyla âbâd eder.
Tabi bizim ibadetlerimiz, muâmelât, ahlâk; Allah Rasûlü’ne benzeyebilme gayretimizin ne kadar içindeyiz?
Yine Efendimiz buyuruyor:
“İnsanların ve cinlerin isyankârları hâriç, bütün mahlûkat beni tanır.” buyuruyor. (Bkz. Ahmed bin Hanbel, III, 310) Cenâb-ı Hak tanıtıyor.
Cemâdat tanıyordu:
“Uhud bizi sever, Biz Uhud’u severiz.” buyuruyor. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Tabi bu nasıl bir sevgidir, nasıl şeydir? O tarafını bilemiyoruz biz, o taraf bizim için bir meçhul, bize mahrem. Uhud’da bir ot bile yoktur çıkan. Fakat nasıl bir muhabbet! Demek ki cemâdattan gelen bir muhabbet ki bu muhabbetten in’ikâs.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- naklediyor:
“-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le beraber Mekke’de idik. Beraberce Mekke’nin bazı yerlerine giderdik. Dağların ve ağaçların arasından geçiyorduk. Peygamber Efendimiz yakınlaştığı bütün dağlar, ağaçlar; «es-selâmu aleyke yâ Rasûlâllah!» diyorlardı.” (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Nebâtat tanıyordu. Hurma ağacı tanıyordu, hadîs-i mütevâtir:
Efendimiz hutbe veriyordu bir hurma kütüğünün üzerinde. Fakat cemaat çoğalınca bir minber yapma durumu oldu. Kalabalık bir cemaat vardı. Efendimiz hurma kütüğüne çıkmadı, minbere çıktı. Hurma ağacı ağladı ve inledi. Mütevâtir hadis. “Müttefekun aleyh” geliyor bütün sahâbe tarafından. Hattâ kimi diyor ki sahâbenin:
“‒Bir çocuk ağlar gibi ağlıyordu.” diyor.
Bir çoban:
“Sanki bir deve yavrusu inler gibi inliyordu.” diyor hurma ağacı.
Efendimiz indi, o hurma kütüğünü sıvazladı ve sakinleşti. (Bkz. Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6)
Mevlânâ diyor ki Celâleddîn-i Rûmî:
“Sen de diyor, bir bak diyor, bir hurma ağacı diyor, hurma kütüğü diyor, Allah Rasûlü’nü tanıdı diyor. Sen ise ne kadar tanıyorsun?!.” diyor.
Açıklama:
en iyi seçermisin