Cevap :
Bu Ülke Özet
Biyografi, otobiyografi ve kronolojinin bir insanı, bir yazarı tanımak için sağlam veriler sunmadığını düşünen Cemil Meriç, bir yazarı en iyi tanımanın yolunu yazarın kendi eserlerindeki düşünceleri olduğu inancında. Kendisinin de büyük önem verdiği “Bu Ülke” kitabında kendisini en iyi şekilde tanımak mümkün. Kendisinin en özgür olduğu alanın da deneme metodu olduğunu düşünerek bu kitabında yer verdiği denemelerle çağının karanlığına ışık tutuyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, ilahiyat gibi pek çok konudaki bilgi birikimini de yansıtıyor.
“Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevî ve mütecessis bir fikir işçisi.” Kendisini böyle özetliyor Cemil Meriç. Cemil Meriç Bu Ülke kitabının girişinde oğlu Mahmut Ali Meriç tarafından yazılan bir biyografi yer almakta.
Cemil Meriç, bu eserinde kendi çağının Türkiye’sini, onu etkileyen yerli ve yabancı fikir hareketleri ve elemanlarını, yaptığı geniş araştırma ve gözlemler ışığında okuyucularına sunuyor. O, özgün bir fikir adamıdır da, her düşünceye saygı duyulması esasına bağlıdır.
Cemil Meriç, yaşadığı dönemde pek çok zorluğun pençesinden sıyrılabilmenin yolunu kitaplara sığınmakta bulmuş, aldığı eğitimin etkisiyle Fransızcaya da hakim oluşu nedeniyle yabancı kaynakları da tarama fırsatı bulmuştur. “Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.” Bu anlamda yabancı dil öğrenmenin ehemmiyetine de sık sık vurgu yapar. “Avrupa’yı Ortaçağ’ın kâbuslu gecelerinden kurtaran mucizenin adı: Yabancı dildir. Aydınlarımız, bu medeniyet anahtarından mahrum kaldıkça inkılâplarımız birer ucube olarak kalmaya mahkûmdur.” S. 43
Meriç, kendi neslinin dünyasında Avrupa’yı da çok iyi tahlil edebilmiş, bu cemiyetin içinde bulunmanın avantajını fazlasıyla kullanmıştır fikirlerinde. “Benim neslim için Avrupa, insan zekâsının zirveye ulaştığı ülke demekti.” S.40
Politika, fikir adamlarını küçümsemesi nedeniyle kurtarıcı olarak görülmez.
Avrupa’nın tanınmaması gaflet olduğu gibi, Avrupa’yı tanıyanlar da kendi ülkesine yabancılaştırmaktır. Bu ise üstesinden gelinmesi gereken önemli bir sorundur. Herkesçe söylenen sorunlar arasında bu Avrupalılaşma sorununun yanı sıra din problemi, şer problemi yer almaktadır. Ama kimse bunlar üzerine kafa yormamaktadır. Sağ da sol da pasif durumdadır. Aslında böyle sınıfsal bir ayrım ülkemize yabancıdır, çünkü tarihimizde böylesi bir sınıf ayrımı olmamıştır. Bu ayrımlar Avrupa’dan ithaldir.
İdeolojiler siyaset dünyasının haritasıdır, ama bu yeterli değildir, bir de pusulaya ihtiyaç vardır ki bu pusula da şuurdur. Türkiye’de yapılması gereken ise, tüm bu ideolojileri araştırıp onlardan yararlanmaktır. Bunu yaparken de Türkiye’nin mirasına dayanarak inşa etmek en doğru yoldur.
Bu ülke 89’dan beri su alan bir gemi… Fransız İhtilali yalnız Batı feodalitesinin değil, İhtiyar Şark’ın da ölüm çanı olmuştur. Osmanlı, o zaman henüz ne imanını kaybetmiştir, ne haysiyetini. Bir başka medeniyetin varlığını da Osmanlı bu ihtilal sonrası fark eder. Tanzimat sonrası Batı, edebiyatımızı da işgal etmiştir. Tanzimat Babıâli’nin Avrupalılaşmasıdır. Tanzimat sonrası Türk aydınına en yakın sıfat da müstağrip’tir. Servet-i Fünun bir müstağripler kervanıdır. Rönesans ise, ilmî polemikler çağıdır ve terbiye kurallarını hiçe sayan bir savaşın da başlangıcıdır.
İslamiyet, batının gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet. İnsanı parçalamaz. Batının kültüründe bu ihtişam, bu hayata yön veriş bulunmaz. Avrupa, Tanzimat’tan beri tek bir hayalin peşindedir: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Ve aydınlarımız sandılar ki, Batı’nın kendi dinlerine yönelttikleri tenkitler bizim dinimiz için de geçerlidir. Ve pusuda bekleyen yabancı ideolojiler bize Osmanlı’nın barbar, İslamiyet’in gericilik olduğu fikrinin yayılmasını sağladılar. İslamiyet halk tabakasının kültürüydü, empoze edilen sözde dünyevî kültür ise aydınların dini olmuştu. Din, Avrupa için bir afyondu, oysa Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır. Dinsizlik Batı için ilerleyişi ifade ederken bizim için çözülüş anlamına gelmektedir. Bu ülkeyi farklılıklarına rağmen bir bütün haline getiren de İslamiyet olmuş.
Batı’dan gelen hiçbir izm masum değildir. Avrupalı için medeniyet, zorun yerine hilenin geçişidir. Çağdaş Avrupa’nın en insancı filozofları dahi şiddete âşıktır. Oysa bu, Kabil’den beri uzayıp giden bir lanet zincirinden başka bir şey değil.
Montesquieu, Doğu despotizminden söz ederken, Osmanlı ile yakın temas halinde olmasına karşın Osmanlı’yı tanıyamaz ve Türkleri bir barbar, öbür dünyada eşek olup Yahudileri sırtlarında cehenneme taşıyacaklarını söyleyecek kadar ileri gider. Bizim bazı aydınlarımız da onun yolundan giderler. Hümanizmanın dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuvazi sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş olduğunu söyleyen Namık Kemal ne kadar da haklıdır.
Osmanlı’nın bir buhran içinde olduğu doğrudur. Ama neyin kurtulması gerektiğine dair aydınların ortak bir fikri de yoktur. Elli yılı kucaklayan sosyalist düşünce tarihimizde, Türkiye gerçeklerine yönelmiş iki tane makale bulmanın imkânı yoktur, Batı’dan duyduğumuz bir iki basmakalıp düşünceyi tekrarlamanın dışında bir şey yapmışlığımız yok.
Düşünce bir köprü; kıldan ince kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden. Ne Asya tanımış Avrupa’yı, ne Avrupa Asya’yı. Tecrübe bayalığa alışmak ve bayağılaşmak. İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.
Pek çok kitabı okumuş olmak veya okumuş görünmek için okuyoruz. Kitap, Batı’nın afyonu.
Hint bilgeleri ormana otağ kurarlardı. Kâinatın ruhu ile insanın gönlü, sessizlikte kaynaşırdı.
Açıklama:
umarım yeterince uzundur ve yardımcı olmuştur