Aşağıda verilen metin parçalarını konu, dil ve anlatım özellikleri bakımından karşılaştırınız.
I. Metin
Sait Faik’le arkadaşlığımız 1939 yılında başladı. Onu ilk gördüğüm yer Küllük Kahvesi’ydi. Yanında Abidin Dino vardı. Daha sonra birkaç kez Nisvaz’da karşılaştık. Ben kendimi biliyorum ya, herkesin de beni bileceği sanısındayım. Oysa Sait Faik için ben, bir edebiyat heveslisiydim. Bana dikkati, adımı bile aklında tutacak denli değildi. Kalktım o sıralar Eminönü yazıhanesindeki yazıhanesine, onu görmeye gittim. Aslında yazıhane, yakınlarda yitirdiği babasının dış ülkelerle alışveriş ettiği bir ticaret yeriydi. Sonradan öğrendiğime göre, Sait burasını bir türlü kapatamıyordu. Dışardan alacaklılar olduğu gibi, alacağı da vardı. Babasının işlerini tasfiye etmeye -sıkıla patlaya- çalışıyordu. O gün laf olsun diye bana da sormuştu: Almanya’da bir herifin babasından beş mark alacağı kalmış; ille de bu parayı istiyormuş. Beş markın lafı mı olurmuş; -o zamanlar olmazdı markın lafı- herifin çenesini kapatmak için bu parayı nasıl göndermeliydi?
O gün yazıhaneye girdiğimde, odanın ortasındaki bir koltuğa oturmuş, ayaklarını ortadaki yuvarlak masaya uzatmış, bir kitap okuyordu. Sait Faik’i bu, elinde kitapla ilk ve son görüşümdür. Anladığıma göre onu böyle elinde kitapla görmem çok canını sıktı. Merak bu ya, ben de inadına eğilip -elimde olmayarak- kitaba bakmıştım: Dostoyevski’nin Budala adlı romanının Fransızcaya çevirisiydi. Canı çok sıkkındı Sait Faik’in. Herhalde adımı bile çıkaramamıştı. Kibar kibar ticarethanede oturmasının nedenini kısaca anlattı; ticaretten anlamadığını söyledi. Benden kurtulmak istediğini hemen anladım (hani derler ya, bende jeton düştü.). Hemen kalktım yürüdüm.
Şu yaşlandığım günlerde ne zaman bir genç şair, ya da bir genç yazarla karşılaşsam, Sait Faik’in o yazıhanesindeki sıkıntısı gözümün önüne gelir. Ben de ilk kez gördüğüm bir genç şairin, ya da yazarın adını, ikinci kez gördüğümde anımsayamam... Haklıydı Sait Faik, benden hem yaşça -on yaş büyüktü- hem ünce büyüktü o sıralar.
II. Metin
Göl Saatleri şairi şimdi hayatta olsaydı, bu hatıralarımda kendisini hemen Şahabettin Süleyman’dan sonra anışıma, kim bilir, ne kadar kızardı. Zira bu titiz sanatkârın Çıkmaz Sokak yazarına hiçbir değer vermediğini, hattâ yazılarından tek bir satır bile okumamakla öğündüğünü pek iyi hatırlamaktayım. Zaten, Ahmet Haşim’in Fecri Âtî arkadaşları arasında kimi beğendiği vardı ki... O, yazdığı şiirler bakımından değilse bile, kafası, yüzü, giyinişi, tavır ve hareketleri bakımından kendisini de beğenmezdi ve bundan dolayıdır ki, uzun bir süre bize görünmekten kaçınmış, Fecri Âti’nin semtine dahi uğramak istememiştir.
Oysa, Hamdullah Suphi olmak üzere Fecri Âti üyelerinin çoğu Galatasaray Sultanisi’nden onun mektep arkadaşları idi. Benim gibi onu şahsen tanımamış olanlar ve tanımak hasretini çe kenler, bunlara bizden niçin kaçtığını sorunca kesin bir cevap alamıyorlar, ya da, ilk toplantımızda, Refik Halit’in bana "O vahşi bir adamdır. İnsan içine karışmaz. Zaten, onu görmeseniz daha iyi olur" deyişi gibi merakı büsbütün arttıran sözlerle karşılaşıyorlardı.