Cevap :
Olgun yüce bir insanın en büyük özelliklerinden birisi, onun güvenilir olmasıdır. Sürekli yalan söyleyen, verdiği sözleri yerine getirmeyen insanlar, diğerlerinin güvenlerini yitirirler; sevilmeyen, daima kuşku ile bakılan biri olurlar.
Asr-ı Saadet döneminde yaşayan insanlar Peygamberimizin güvenilirliği konusunda acaba ne düşünüyorlardı? Onu özü sözü doğru biri olarak mı görüyorlardı yoksa yalan söyleyen, verdiği sözde durmayan yalancı biri olarak mı?
Peygamberimizin çocukluğu, gençliği, orta yaş dönemi bütünüyle Mekke’de geçti. Abdulmuttalip’in bu yetim torununu Mekke’de bulunan herkes tanır, nasıl biri olduğunu çok iyi bilirlerdi. Orada yaşayan hemen herkesin bir lakabı vardı. Peygamberimize de bir lakap vermişlerdi: “el-Emîn”Bu kelime “İnsana güven veren, güvenilir kişi” demektir. Peygamberimiz bu lakabı fazlasıyla hak ediyordu. Çünkü ne peygamberlikle görevlendirilmeden önce ne de sonra bir kez olsun yalan söylememişti. Buna, Müslümanlığı kabul etmiş olsun olmasın herkes şahitlik ederdi. Onun peygamberliğine şiddetle karşı çıkan putperestler, insanların Hz. Muhammed’e (s.a.v.) yönelmesini önlemek amacıyla çeşitli iftiralar atmışlar, ama ona asla “O bir yalancıdır!” diyememişlerdir. Çünkü herkes Hz. Muhammed’i (s.a.v.) çok iyi tanıdığından böyle bir iftiranın tutmayacağını çok iyi biliyorlardı.
Cenâb-ı Hak affetmeyi sever. Kul, hatâlarına karşı yürekten ıztırap duyarak tevbe ederse, Allah Teâlâ, onun tevbesini kabûl edeceğini taahhüd etmiştir. Rabbimiz çok affedici olduğu için kullarının da affedici olmasını ister. Kullar için affedici olmak, ilâhî affa nâil olmanın en güzel yoludur.
Affın en güzel misâlleri de, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtındadır.
Hudeybiye’de, baskın yaparak Allah Rasûlü’nü öldürmek isteyen bir birlik yakalanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları bağışladı. (Müslim, Cihâd, 132, 133)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine sihir yaparak hastalanmasına ve ıztırap çekmesine sebep olan münâfık Lebîd’i ve onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lâkin Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı. Hayâtına kastetmiş bulunan Lebîd’i ve onun mensûb olduğu Benî Zurayk Kabîlesi’nden hiç kimseyi de cezâlandırmadı.[45]
Hazret-i Âişe vâlidemiz:
“–Yâ Rasûlallâh! Sihir yapan kimseyi teşhir edip rezil rüsvâ etsen olmaz mı?” dedi.
Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Allah Teâlâ bana şifâ verdi, ben de insanlar üzerine şerri yaymak ve onlara kötülük etmek istemem.”
(Buhârî, Edeb, 56)
Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-, cezâlandırmaya gücü yettiği hâlde kendisine büyük bir kötülükte bulunan kimseyi affetmiş, hattâ herhangi bir söz veya îmâ ile dahî olsa suçunu başına kakmamıştır. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslüman veya kâfir hiç kimsenin kötülüğünü istemez, herkese büyük bir edep ve nezâket ile muâmele ederdi.
Hayber’in fethinden sonra bir kadın Allah Rasûlü’nün yemeğine zehir koymuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eti ağzına aldığında zehirli olduğunu fark etti. Yahudî kadın yemeğe zehir koyduğunu îtirâf ettiği hâlde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kadını affetti. (Buhârî, Tıbb, 55; Müslim, Selâm, 43)
Yemâme’nin lideri Sümâme bin Üsâl müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticârî ilişkisini kesmişti. Hâlbuki Kureyş her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemâme’den alırdı. Açlık ve kıtlığa mâruz kalan Mekkeliler şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat ettiler. Allah Rasûlü Sümâme’ye mektup yazarak ticâretine devâm etmesini söyledi. (İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, I, 214-215; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 295)
Hâlbuki o müşrikler, üç yıl boyunca müslümanları açlık içinde kıvrandırmak sûretiyle işkence etmişlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları bile affetti.
Daha da ötesi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin yedinci senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına altın, arpa ve muhtelif yiyecekler göndermek sûretiyle yardımda bulundu. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı ve:
“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etti. (Ya’kûbî, II, 56)
Böylesine büyük fazîletler karşısında gönülleri yumuşayan Mekke halkı bir müddet sonra tamamen müslüman oldu.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind’i bile, îmânı mukâbilinde Mekke Fethi’nde affetmiştir.
Hind, bey’at etmek isteyen diğer kadınlarla birlikte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi. Tanınmamak için yüzünü peçelemiş, kılık-kıyâfetini değiştirmişti. Öldürülmekten korkuyor, Peygamber Efendimiz’den uzak duruyordu. Diğer kadınlar konuşmayınca Hind:
“–Yâ Rasûlallâh! Allâh’a hamd olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Muhakkak ki, Sen’in rahmetin bana da dokunacaktır! Ey Muhammed! Ben şimdi Allâh’a inanmış ve O’nu tasdik etmiş bir kadınım!” dedi. Sonra yüzünden peçeyi açıp:
“–Ben Hind bint-i Utbe’yim! Allah geçmiş günahları affeder. Sen beni bağışla ki, Allah da Sen’i bağışlasın!” dedi.