Cevap :
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
Yalnızlık ve ölüm temalarının unutulmaz şairi Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümsüz bir şiiriyle başlamak istedim. Çünkü, “Gün Eksilmesin Penceremden” dizesi, artık sadece bu şiirin son dizesi değil, aynı zamanda şairin tüm hikâyelerinin toplandığı kitabın adı. Can Yayınları’ndan yeni çıkan bu kitap, Tarancı’nın farklı bir yanıyla tanıştırıyor bizi.
Orta halli bir memurun peşine takılıp, İstanbul’u semt semt dolaşmak… Ama 30’ların, 40’ların İstanbul’unu… Hani, tramvayların gezindiği caddeleri ve etrafında bağ bahçe olan o semtleri. Sonra, yorulunca ya da akşam iyice kendini gösterdiğinde kapağı bir meyhaneye atmak. Kah meyhaneciyle kah içeri girip çıkan satıcılarla bir sohbeti bölüşüp, kadehleri parlatmak. Güzel kadınları bazen düşlemek bazen beklemek ama, genellikle de onlarla rüyalarda kavuşmak. Tüm bunlar, Cahit Sıtkı’nın anlatım biçimiyle, bir anıymış gibi sarıveriyor insanı.
Tarancı’nın hikâyelerinde anlatıcı, birkaç hikâye hariç, birinci kişi. Anlatıcı-kahramanlar, genellikle şehrin kalabalığında kaybolmuş bireyler. Öyle ki, günlük rutinlerini tamamladıktan sonra soluğu, pansiyon ya da ortalama otellerin odalarında alan dışarlıklılar. Cahit Sıtkı’nın memurları, Gogol’un memurlarını çağrıştırıyor. Yazıhaneler, bürokrasi, başlangıç ve paydos saatleri, sıkıcı memur yaşamının değişmezliği hikâyelerde önemli bir yer tutuyor.
Büyük şehrin kalabalığındaki yalnız adamlar, bu durumun yarattığı boşluğu, akşamcı meyhanelerinde onları bekleyen masalarında dolduruyorlar.
“Daireden çıkar çıkmaz soluğu meyhanede aldım. Köşedeki masam beni bekliyordu. Az sonra, rakım ve mezelerim geldi. Sılaya kavuşmuş bir mektepli gibi sevinç içindeydim.”
Kahramanların yaşadıkları şehirde içten, dostluk ilişkilerine rastlamıyoruz. Bunlar karşımıza yolda rastlanan eski bir okul arkadaşı ya da aile dostu olarak çıkıyor. Bundan olsa gerek, ilişkiler de hep ayaküstü kurulan ve devamlılığı olmayan türden. Ya meyhaneciyle ya meyhaneye girip satış yapan kişiyle ya da yan masadaki adamla edilen birkaç söz sanki yalnızlığı sağaltıyor.
Bu kitapta, “Sunuş”ta da belirtildiği gibi, yabancı kelimeler eserin orjinalliği bozmamak için değiştirilmemiş. Ancak kitabın sonuna bir sözlük eklenmiş. Bu durum kitabın geneline hâkim olan sadeliği bozmamış. Tarancı’nın şairliği, imgelerindeki zenginlik ve benzetmelerindeki çarpıcılık olarak yansımış hikâyelerine.
Bir hikâyeyi okumaya başladığınızda kurgu kadar dilin akıcılığı da sürüklüyor sizi. Yazarın birkaç yerde, cümleleri tekrar ettiğini görüyoruz. Söz konusu noktalarda amaç anlamı güçlendirmek ve o âna, kişiye ya da duruma vurgu yapmak diye düşünülebilir. Belki de bu durumu onun şairliğine dayandırmalıyız. Sesleri tekrar ederek bir ahenk yaratmak da istemiş olabilir.
Tip çizerken ya da mekân betimlemesi yaparken, en küçük detayları bile okurun gözünde canlandırıyor Tarancı. Ruh çözümlemeleri ise oldukça derin. Karakterlerin fiziksel tanımlamalarından sosyal durumlarını, ekonomik düzeylerini ve ruh hallerini de zaman zaman izleyebilmek mümkün.
“Örgüleri omuzlarını döven kumral saçlarıyla, dizkapaklarını ancak örten çiçekli pazen entarisiyle, uzun ipek çorapların şeffaflığından medet ummak yaşına henüz gelmemiş, güneşte oynamaktan kızarmış, kısa çoraplı bacaklarıyla, kahvemin önünden bir bahar rüzgârı gibi geçerken, çocuk hayretle mütenasip iri ela gözlerinin ‘Peşimden gel!’ der gibi benden yana, emreden, mesteden bir bakışı vardı ki, şapkamı, pardösümü kaptığım gibi dışarı fırladım.”
“Gün Eksilmesin Penceremden”, içindeki hikâyelerin duygu çeşitliliğiyle de okuru şaşırtacak. “Abbas” adındaki öyküyle içlenirken, “Dördüncü Sevgiliyi Ararken” ile kahkaha atmak mümkün. Tarancı’nın hikâyelerinde trajedilerle, ironiler atbaşı gidiyor.
“35 Yaş” şairi olarak tanıyoruz biz onu. 1946 yılında yapılan CHP Şiir Yarışması’nda birincilik ödülünü ona kazandıran şiir bu. Alınan birincilik, şairin tanınırlığını artırmış. 1910 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelen Cahit Sıtkı Tarancı, Galatasaray Lisesi mezunu. Lisenin ardından Mülkiye’ye başlar ancak, tamamlamadan Paris’e gider. Orada da fazla kalamaz çünkü 2. Dünya Savaşı çıkar ve Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalır. Askerliğin ardından, Anadolu Ajansı’nda ve Çalışma Bakanlığı’nda çevirmenlik yapar. 1953 yılında, yakalandığı hastalık sebebiyle Viyana’ya gider. 1956 yılında da hayata veda eder.
“Gün Eksilmesin Penceremden” adını bu kitaba veren kişi, geçtiğimiz aylarda yitirdiğimiz yazar ve yayıncı Erdal Öz. Kitabın Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümünün 50. yılında yayımlanmış olması da ayrıca dikkat çekilmesi gereken bir konu. bu kadar bunu bizde işlemiştik :)