Cevap :
Ankara’nın gayri resmi yerel gazetesi Solfasol, Burhan Sönmez’le gerçekleştirdiği söyleşiyi Edebiyat Haber okuyucusuyla da paylaştı, bu söyleşiyi aşağıda bulabilirsiniz.
Burhan Sönmez “buralar”dan bir yazar… Ankara’nın Haymana’sında başlayan yaşamı şu günlerde İstanbul ve Cambrigde arasında devam ediyor. 2011 yılında, Masumlaradlı romanıyla Sedat Simavi ödülünü aldı. Bu ödülün en genç sahibi.
Masumlar’da, “sır kitabı” taşıyan bir kadın, şiirlere inanır. Uykusuz bir adam, mezarlıklardan ve ölümün kıyısından geçerek hayata tutunmaya çalışır. Herkesin bir sırrı ve günahı vardır. Adamla kadın, bir gün kaderin kırık köprüsünde karşılaşırlar. Kadın “kitap falı” bakar, adam kendi kendine bozkır türküleri mırıldanır. Haymana Ovası’nda, Tahran’da ve Cambridge’te geçen hayatlar…
Kuzey’de ise… Rinda adlı genç bir avcının serüvenini anlatmaktadır. Daha iki yaşındayken babası onları terk edip gitmiş, ama yirmi yıl sonra köyüne dönerken ölmüştür. Babasının yirmi yıllık yokluğu ile ölümünün gerisindeki nedenleri bulmak üzere kuzeye giden Rinda’nın hikayesi, Doğu dünyasının efsane ve masallarının ruhuyla anlatılır. Bir yanda bir gencin merakı, diğer yanda bu dünyadaki varoluş ve hakikatle ilgili bir arayış çabası birlikte yol alır. “Felsefi bir masal” edasıyla tasvir edilen kuzeyde Rinda babasının ölümünün arkasındaki nedenleri bulmayı, onun geçmişini öğrenmeyi ve bu sayede babasını tanımayı umut eder. Kendisini tanımaya başlamanın da yolculuğudur bu. Eski zaman filozoflarının fikirleri ve kadınların düşleri sayesinde, romanın gizemine dair kapılar yavaş yavaş aralanır.
Eco diyor ki; pek çok insanın içinden hikâye anlatmak gelir ve hatta bunu yapamadıkları için mutsuz olurlar. Ama tabii biliyoruz ki bazıları için öyle değil… Onlar anlatırlar. Siz de… Peki siz “içinizden hikâye anlatmak geldiğini” ilk ne zaman fark ettiniz acaba? Nasıldı?
1997 yılının yazında, uzun hastalık dönemimde gece gündüz zihnimi rahatlatacak her şeyi deniyordum. Arada, aklıma gelen hikâyeler vardı, onları bir deftere yazıyordum. Bir süre sonra, yazdıklarımın uzun bir metin haline geldiğini ve bir roman formuna uyduğunu hissettim. O güne kadar hayalim şair olmak, şiirlerimi kitaplaştırmaktı. Birden bire şiirden romana neden geçtim, bilmiyorum. Ben “kal ehli”ndendim. Masal anlatmayı eskiden beri sever, küçükken kız kardeşime hikâyeler uydururdum. Zamanı gelip artık elim kalem tutunca, yazmak kaderim oldu.
O halde kaderinizin yazmak olduğu zamanlardan devam edelim. İlk romanınız Kuzey… Kuzey, bir yerde değiniz gibi “hakikatin peşinde yapılan bir yolculuğu” anlatıyor. İç içe geçmiş hikâyelerle biraz da “okurun anlama kapasitesini yücelten” bir anlatımı var. Yani okurun yoğunlaşmasını, belki biraz daha “yavaşlayarak” emek harcamasını gerektiren bir roman… Okuruna bu kadar emek harcatan bir roman, ister istemez yazılışını da merak ettiriyor.
Eco “bir şey anlatmak için bir tür yarı tanrı gibi başlarsınız işe” diyor ve bu yarı tanrının içinde tam bir güven duyarak hareket edebilmesi için de kusursuz bir dünya yaratması gerekir” diye ekliyor. Siz, -okurun da ayrıca emek harcaması gereken- Kuzey’i yazarken, bu güveni hissetmek için neler yaptınız?
Yalnızlık tanrıya mahsustur, yazar o hale özenir. Kendi yalnızlığı içinde bir alem yaratmaya, karakterlerine kendi ruhundan üflemeye çalışır. Çok araştırır, çok çamur karar, yaptıklarını beğenmez, sürekli baştan başlar. İşte orada, okurun da bize benzediğini düşünürüz. Benimle aynı şeyleri hisseden, düşünen ve hayal eden okur. Okurun kolay anlaması niyetiyle kendi zihnindekileri daha basit hale getirmeye çalışan yazar, hem okuruna hem kendisine gereken değeri vermiyordur. Oysa okura güvenmek gerekir; o eşikten sonra, yaratıcılık, gökler katında değil, somut insanda/okurda bedenlenen bir yansımaya dönüşür. Okur, yazarın sureti olur.
Eco, “Bir metin yazar için ‘örnek okur’unu yaratmak için tasarlanan araçtır” diyor… “Örnek Okur”un yanı sıra ampirik okurdan da söz ediyor… Siz okurlarınızı nasıl tanımlarsınız ve de ayrım yaparsınız acaba? Ya da yapar mısınız? Ve varsa sizin örnek okurunuz kimdir, nasıldır?
Burhan Sönmez – Okurların en makbulü, sizin ifade etmek istediklerinizi hissedebilen, bunu kavrayabilendir, deriz. Oysa, yazarın bile farkında olmadığı unsurlar bulup çıkaran bir okur vardır. Yazarlar bazen kaygı duyar bundan, çünkü metnin hakimiyeti ellerinden kayıp gitmekte ve metin, kendisini yaratan kişiyi aşmaktadır. Okur, bilgi ağacının yasak meyvesine diş atar sanki. İşte orada yazarın cenneti biter, okurun dünyası başlar.
Eco okurun sizin sözünü ettiğinize benzer bir hal içerisinde, zaman zaman bazı karışıklıklar yaşayabileceğini söylüyor. Örneğin “romandaki kahramanın düşünceleri yazarın düşünceleri olarak algılanabilir” diyor ve aslında bundan çok da haz etmiyor. Siz bu duruma takılır mısınız acaba?
“Gerçeği bulmanın anahtarı yok” der Kuzey romanındaki bir karakter. Bu benim düşüncem mi? Gittiğim söyleşilerde buna benzer sorular sorulur. Özellikle Kuzey’deki “gönlü temiz kardeşler”in tartışmalarında ifade edilen düşüncelerin bazen tümünü bana atfedenler olur. Günlük hayatta bunun karşılığı yok, ama biz romanı yazarken, doğrudur, oradaki bütün düşünceler bir anlığına bizim olur. Flaubert’in “Madam Bovary benim” demesinden öte bir şey