Cevap :
Zihin felsefesi, felsefenin en eski dallarından biri.. Felsefenin kendisinin kökenlerinin, ilkel formlarda da olsa ne kadar eskilere dayandığını düşününce, bu alt dalın insanın düşünsel yapısını ne kadar uzun süredir meşgul etmiş olduğu daha iyi anlaşılıyor. İnsan zihninin doğası, her birimizin kendi zihnimizle doğrudan temas halinde olmamız sebebiyle hakkında kafa yorulması kolay, fakat açıklayabildiğimiz kadarıyla doğanın maddesel kuvvetleriyle bağdaşan tatminkar ve objektif bir resminin çizilmesi oldukça zor bir konu. Platon, Aristo, Parmenides, Spinoza, Descartes, Hume, Kant, Wittgenstein ve daha pek çok dehanın kafa yorup da nihayetlendiremediği bir mesele. Konunun ana açmazı olan “zihin-beden sorunu”nu (“mind-body problem”) biraz yakından inceleyince ortada neden çözülmesi imkansızmış gibi duran bir mesele olduğu net olarak görülebilir.
Temel sorun şu: beyin gibi tamamen mekanistik ögelerin etkileşmesiyle çalışan nesnel bir organda nasıl olur da dış dünyaya dair öznel temsiller yer bulabilir? Varlıklarını ve çalışma prensiplerini objektif olarak gözlemlediğimiz nöronlar, sinapslar, aksonlar, elektrik impulsları, kişiden kişiye değişen subjektif deneyimlere nasıl neden olabilir? Pembe bir uçurtma gördüğümüz zaman, “pembelik” beyinde nasıl gerçekleşir? Nasıl ortaya çıkar, nasıl kişinin benliğinin kullanımı için hazır hale getirilir ve nasıl algılanır? (Peki kişinin “benliği”, tüm bu algıların toplamından bağımsız, süreci anlamlı kılan bir nevi merkezi otorite midir? Bu nasıl mümkün olabilir?) Pembeliğe dair uçurtmanın kendisinden gelen içkin bir özellik mi vardır, yoksa pembelik bakan gözde, kişinin zihninde midir? Pembe bir uçurtmaya bakan birinin beynini dışarıdan incelediğimizde bizim gördüğümüz ve bilimin konusu olan faaliyetler ile, o kişinin hissettikleri nasıl bağdaştırılabilir?
Zihin-beden sorunu bu. Bu soruların sebep olduğu açmaz o kadar derin ki, tüm bunların bir anlam kazanabilmesi için sürecin bir noktasında büyülü bir şeylerin olması gerekirmiş gibi duruyor. Bilim ve felsefedeki kimi sorunların, eğer onlar yeterince büyük ve zihin bulandırıcı iseler, eşdeğer ölçüde büyük ve zihin bulandırıcı, ve genelde toplumların halihazırda kabul ettiği gerçeklerle büyük oranda örtüşen, fakat daha ileri düzey sorgulamaların ağırlığını kaldıramayacak çözümlerle yanıtlanmaya çalışılmaları tarih boyunca oldukça sık rastgeldiğimiz bir durum. Zihin-beden sorununa da yüzyıllar önce verilmiş tam da böylesi bir yanıt var: dualizm. Batı’da ilk olarak Descartes ile önemli bir fikir akımı haline geldiği için Kartezyen Dualizmi olarak da anılıyor, özetle şöyle: Zihin-beden sorunu, doğada var olduğu gözlemlenen mekanizmalarla nesnellikle öznelliği bir araya getirmeye çalıştığı için aşılamaz gibi duran bir sorun. Dualizme göre ise zihin-beden sorunu, ancak doğada tek bir tür töz (substance) olduğunu varsayarsak bir sorundur. Eğer biz birden çok tözün varlığını kabul edersek sorunu çözümünde önemli bir yol katetmiş oluruz. Beynin mekanistik bileşenlerinden zihnin nasıl ortaya çıktığını bulmaya çalışmak bir hatadır zira maddi töz ile zihinsel töz birbirinden bağımsızdır ve birbirlerine indirgenemezler. Daha nüanslı versiyonları ortaya sürülmüş olsa da, dualizmin temel prensibi bu
Genellikle Descartesın ikici varlıkbilgisine göndermede bulunarak dile getirilen, zihin felsefesinin uzun süre boyunca tartışılagelmiş en temel sorunlarından biri. Descartesın ikici görüşüne göre dünya iki tözden oluşur. Bunlardan birinin belirleyici özelliği uzamsal oluşu, diğerinin ki ise düşünsel oluşudur.
Descartesçı varlıkbilgisi bu iki töz arasındaki etkileşimi tanımlamakta zorlanır. Örneğin insan bedeni gibi uzamı olan bir mekanizmanın zihin dediğimiz ve uzamsız olduğunu kabul ettiğimiz bir şeyle nasıl olup da etkileşebildiği sorunludur. Zihin ile beden arasında uzamsal olan töze ait bir etkileşim olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bunu öne sürsek yanıtlamak zorunda kalacağımız soru, nasıl olup da zihinsel olana bedensel veya benzeri bir etkide bulunabildiğimiz olacaktır. Aynı şekilde, aradaki etkileşimin uzamsal olmayan düşünsel bir töze ait bir etkileşim olduğunu da söyleyemeyiz. Çünkü bu sefer de nasıl olup da uzamın olmayan bir şeyin uzamı olan şeylere etkide bulunabildiği açıklanmamış olacaktır. Aradaki etkileşimin üçüncü bir töz aracılığıyla sağlandığını ise hiç söyleyemeyiz. Bu Descartesçı varlıkbilgisinde iki olan töz sayısını üçe çıkartmak ve mevcut olan zihin-beden ikiliği sorunun, zihin, beden ve üçüncü töz üçlüğü sorununa dönüştürmek olur.
Zihin felsefesinde zihin-beden ikiliği sorununa çeşitli çözüm önerileri getirilmiştir. Bu çözüm önerileri, en genel anlamda, yalnızca zihnin gerçek olduğunu savunan idealist görüşler ile yalnızca bedenin (cismin) gerçek olduğunu savunan maddeci görüşler arasında gidip gelir. Sözgelimi zihinsel durum ve süreçleri davranışsal verilere dayandırmaya çalışan davranışçılık (örneğin Ryleın çözümleyici davranışçılığı), bunları zihinsel işlevlere indirgemeye çalışan işlevselcilik (örneğin, Hilary Putnam) ve zihin dediğimiz şeyin aslında beyinden başka bir şey olmadığı görüşünü öne süren zihin-beyin özdeşliği kuramı (örneğin David Armstrong) maddeci görüşlere birer örnektir.
Günümüzde maddeci görüşlere karşı, örneğin Berkeleyin savunduğu türden bir idealizmin savunulması pek alışılmış bir şey değildir. Buna karşın, zihin-beden ikiliği sorununa rağmen hâlâ ikici görüşü savunan felsefecilere rastlamak mümkündür. Önemini koruyan bir ikici görüş Roger Penrose tarafından ortaya atılmıştır. En Nem Möıd (Kralın Yeni Zihni, 1989) adlı kitabında maddeci görüşlerin zihinsel durum ve süreçleri aydınlatmada yetersiz kaldığını ortaya koyan Penrose, zihin-beden etkileşiminin doğasının gelecekte aydınlığa kavuşacağına olan inancını dile getirir.
teşekkür edersen sevinirim.