Cevap :

Bu dönemde, Osmanlı bürokrasisi Avrupa'ya bir başka gözle bakmaya başlamıştır “Lale Devri” batılılaşma hareketlerinin dönüm noktasıdır Padişah Üçüncü Selim'in açtığı çığır, İkinci Mahmud ve Abdülmecid ile hız kazanır Ama bu çığır, ciddi çelişki ve tutarsızlıkları olan, bu haliyle memleketi nereye süreceği meçhul bir çığırdır Avrupa'yı örnek alanlar, iddialarının aksine, bilim ve teknik alanında değil, kültür ve siyasette, eğlence ve sefahatta taklitten öte gidememektedir Avrupa'ya okumaya gönderilen öğrenciler, sömürgelerden zulümle elde edilen servetler sayesinde zenginleşmiş kentleri görünce komplekse kapılırlar Kendi ülkelerinin içerisinde bulunduğu problemlerin gerçek sebeplerine inmeden, cazibesine kapıldıkları “gardrop Avrupacılığı”nı ülkelerine taşımaya kalkışırlar Bürokrasiden kılık-kıyafete, eğitimden eğlenceye bir dizi reformlar yapılır Artık Osmanlı’nın simgesi sarığın yerini fes, şalvarın yerini setre pantolon alır Fransız mürebbiyeler tutulur, alafranga hayat tarzı Osmanlı konaklarına girer Tercüme furyası başlar Mekteplerde, basın dünyası ve edebiyatta Fransız modası ağır basmaktadır

Yaban Arısı Sürüleri
Diğer taraftan, bir takım mahfillerin desteğiyle sesini fazlasıyla duyurabilen Batı hayranı bir yazar-çizer ve gazeteci kuşağı vardır Bunlar, geleneklerle alay eden tiyatro eserleri, kendi medeniyetiyle hesaplaşma iddiasında makaleler, hikayeler ve romanlar yazmaya başlar Onlara göre yeryüzünde insanca yaşama zemini sağlayan tek medeniyet Avrupa’nınkidir Bizimkine gelince: bir an evvel terk edilmesi gereken köhne bir mağara!

Avrupa, Jöntürkler denilen bu gençler sayesinde büyük bir fırsat yakalamıştır Tarihî düşmanını kendi içinden vuracak elemanlar yetiştirmek artık kolaydır Jöntürkler’e her türlü imkan sağlanır Onları batılılaşma adına Avrupa'nın çıkarlarına hizmet edecek birer nefer olarak yetiştirirler Özellikle Fransa’da eğitilen ve çeşitli Osmanlı düşmanı mahfillerce finanse edilen bu gençler, deneysel bilimin dışındaki her şeyi reddeden birer pozitivizm aşığı olarak ülkeye dönerler ve çıkardıkları dergi ve gazetelerle “gerici” diye nitelendirdikleri kurumlarla mücadeleye başlarlar Bir yabancı uzman şu tarihi tespitlerle olayın vahametini ortaya koyuyor:

“Her yeni reform Avrupa'dan alınıyordu Avrupa, sanki seli önleyen bentlerin yıkılmış olduğunu görüp, kendi pis tabakasını Osmanlı Devleti’ne boşalttı Ahlâksız ve sefihler, adalet kaçkınları ve pervasız maceracılar, yaban arısı sürüleri gibi Osmanlı'nın çürük yapılı vücudunu avlayıp yemek için üşüştüler Türkiye Avrupa 'dan medeniyet istemişti, Avrupa ise ona kötülüklerini gönderdi”

Her Şeye Rağmen Batılılaşma: Tanzimat
Cemil Meriç Tanzimat'ı, “uçuruma açılan tereddiler dehlizi”; Tanzimatçıları da “gafil bir entelijansiya, sirenlerin şarkılarını dinleyerek diyar-ı küfre yelken açanlar” diye tasvir eder Şu tesbitler de ona aittir:
“Avrupa’da okuyan, Tercüme Odası’nda yetişen, yeni bir dünyanın iğvalarına herkesten çok maruz bulunan entelijansiya (aydınlar), halktan koptu Sonra başsız kalan kitle, ihtişamlı mazisinden uzaklaştırılmaya çalışıldı”

Bir batılı olarak B Shaw’ın tesbiti de ilginç:
“Tanzimat, eski kurumların korunması ve onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu kurumların -bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere- yenileriyle değiştirilmesini öngören modern reform kavramını getirdi”

Peki başarı? Yıkılanların yerine konulanlar Osmanlı’yı kurtarmış mı? Cevabı başka bir Batılı, Henry Coston veriyor:

“Osmanlı Devleti’nin devamı için ne olursa olsun Batı’ya bağlanma eğilimi olan Tanzimat, devletin varlığını ve geleceğini Batı’nın ipoteğine koymakla sonuçlanmış bir harekettir”


  Edebiyat, Sosyal ve Siyasi Hayat İlişkisi

Edebiyat, Sosyal ve Siyasi Hayat İlişkisi

Edebiyat ile sosyal hayat arasında ciddi bir bağ vardır. Sosyal ve siyasi hayat edebiyatın adeta besin kaynağıdır.Edebiyatçılar yaşadıkları sosyal ve siyasi düzende ortaya çıkan aksaklıkları edebi bir hale getirmeleri toplumun nabzını tutup bunu en iyi şekilde yansıtmaları beklenen bir şeydir.Dönemin siyasi koşullarından zorluklarından ya da aksaklıklarından beslenen edebiyatçı bunu kendi üslubuyla edebileştirerek bizlere sunar.
Edebiyat düşünce hayatının vazgeçilmezidir. Düşünün ki düşüncesini açıklayacak birisi edebiyatı kullanmasın. Bu mümkün değildir.
Edebi eserlerin konusu siyasi ve sosyal hayatı da kapsar. Yazarlar dönemin siyasi ve sosyal hayatını eserine konu edinebilir.
Demek ki edebi eserler dönemin düşünce, sosyal ve siyasi hayatını yansıtır. İnsanların o dönemdeki yaşayışlarını, bulundukları durumu bizlere yansıtır. Örneğin; Kemal Tahir'in "Esir Şehrin İnsanları" adlı kitabı 1. dünya savaşında aydınların umutsuz koşullar altında, çıkplak elleriyle savaşı nasıl üstlendiklerini anlatan bir romandır.
İşte bunun gibi geçmişi anlatan romanlar, belgeler, resimler, heykeller edebiyatın sosyal düşünce, siyasi hayatla ilişkisi olduğunun kanıtıdır.